Geçen haftanın devamı olan bu yazının amacı elbette bir konuya bilimsel ışık tutmak değildir. Öncelikle bir değerli okurumuzdan gelen uyarıyı aktaralım, geçen hafta Türkçe’nin Hint-Avrupa kökenli olduğuna dair hatamız “Ural-Altay kökenli” olduğu şeklinde düzeltildi, teşekkür ederim. Tabi biz de bu durumda dillerin kökeni kavramını okumaya başladık. Dillerin kökeni bambaşka bir durum, dilin ortaya çıkmasını açıklayan en az on yedi teori bulunmakta (Karaman Bİ, Dilin köken. Akademik-Der 2017;1). Bunlar ses benzerliğinden sosyoloji ya da genetiğe kadar çok sayıda nedeni ileri sürmekte. Dil aslında hiç bilinmeyen nesnelere ya da eylemlere aklında yer edecek kelime karşılıkları bulunmasıyla ortaya çıkıyor. Bu durum insanların sadece şimdiki zamanı aşıp, geçmiş ya da geleceğe dair söylemler oluşturmalarıyla sonuçlanmıyor; cisimleşmemiş olanın (bir anlamda soyut) isimlendirilmesini de sağlıyor. İlk kelimelerin ortaya çıkışı için eninde sonunda bir kök hece gerekiyor, bundan diğerleri türetilebiliyor. Ama dil ailelerinin ayırt edilmesinde ekleme biçimi, dişilik-erkeklik durumu, cümle yapısının ne olduğu (özne-tümleç-yüklemin sıralanış biçimleri) ayırt edici esas özelliği oluşturuyor. Zaten ilginç olan da bu, yani bir dile aktarılan düşüncenin cümlede nasıl sıra takip ettiği, neden özneyle başlayıp yüklemle devam edip, tümlecin arkadan geldiği (Avrupa dillerinin çoğu) ya da diğer seçenekleri tercih ettiği (Türkçenin özne-tümleç-yüklem sırası gibi) muamma.
Etimoloji ise kelimenin kökenine bakıyor, bunun sağladığı pratik sonuç dilin mensup olduğu aileyi çözmekten çok dilden dile geçişlerin izlenebilmesi. Bazı sesler bazı gırtlak yapıları için telaffuz edilemez olduklarında değişerek aktarılabiliyor. Standart örneklerden biri, çift sert sessizle başlayan bazı kelimelerin Türkçede başa “i” eklenerek telaffuz edilmeleri (Skoç-İskoç, skorbüt-iskorbüt gibi). İşin eğlenceli yanı işte bu, etimoloji konusunda fazla sözlük bulunmasa da, mevcutların çok büyük kısmı anlamdan öteye geçemiyor. Bilinmeyen bir sözcük için en fazla yazılı metinlerdeki ilk kullanışı saptamak olası. Ama dili kavrayabilirseniz, mesela “kokoreç” örneği, her gün kullandığımız bir kelimenin parçalanmasıyla “koko-rotsi” (Latince kökler) “dönerek pişirilen” anlamı yerine oturuyor. Mesele bolca hayal gücü, yeterli bir sözlük, vokal sistemin esnekliğinin sınırlarını zorlamak… Sonra diğer dillerdeki karşılığa bakmak, onların etimolojilerini aramak, internet işi kolaylaştırıyor. İlişki yakalayabiliyorsunuz ya da en azından “bilinmiyor” sonucuna erişiyorsunuz.
Kelimeyi bilmek bir sınavı kurtarabilir
Vasistas için de durum farklı değil. Sonunda vardığınız noktanın doğru olup olmadığını maalesef kimse bilemiyor, çünkü veri yok. Ama yeni şeyler öreniyorsunuz, çok iyi bir düşünce jimnastiği yapıyorsunuz, hayal gücünüzün sınırı genişliyor, vargının doğruluğu ayrı bir konu. Bazen de yaptığınız egzersiz birilerinin ciddi işine yarıyor ve teşekkür alıyorsunuz. Aktarmadan geçmeyeyim, “doçent ne demektir” sorusu cerrahi alanındaki bir doçentlik sınavının ilk sorusu olarak sorulmuş ve yazdığımız metin sayesinde arkadaşımız sınavı geçebilmiş. Bu tür sınavlar bir yerde “jürinin niyetine” bağlıdır ve niyetleri yoksa böyle bir soruyla da başlayabilirler. Nitekim soru önceki sınavlarda da “çaktırmak” amacıyla sorulmuş, ama sonraki aday araştırınca Fakülte Dergisi’ne bir zamanlar koyduğumuz açıklamayı bularak yanıtlamış, sonra sınavı da almış. Ben sınav dönüşü havaalanında karşılaşınca teşekkürü aldım (Doçent Latince “on ikilikler” anlamına gelir. Öğreten kişi ise “profeta” olarak adlandırılır, yani profesyonel anlamında değil, elçi, nebi, peygamber anlamında kullanılır).
Vasistasın açıklaması
Vasistası açıklamak ise daha zordur. Bunun için Roma kapıları, Orta Çağ İngiltere pencere tipleri gibi geniş bir alanı taradım, hepsi bilimsel makalelerdir, ama bulamadım. Elbette kelimeyi inceleyen başkaları da olmuş, hemen her dilde “orada kim var penceresi” anlamına varmışlar. Fransız Brachet “Dictionnaire Étymologique de la Langue Française (1868)” adlı Fransızca sözlükte “kaynağı bilinmiyor” olarak tanımlamış. Ama Fransa’da bir düşes 14 Kasım 1760 tarihli ev işleri notlarında “vasistas” olarak kullanmış (diğer örnekler ve kaynağın aslı için: https://www.grammarphobia.com/blog/2013/11/vasistas.html).
Gelelim buradaki açıklamaya. “Orada kim var?” (Almanca “Was ist das?”) betimlemesi eylemin amacına açıklama getirse de, bir nesnenin durumu olmak için fazla dolaylıdır. Yani buna “dikiz penceresi”, “soru gözü” gibi isimler vermek olasıdır, başka dilde karşılık bulunması da zor değildir. O zaman seslerin esnemiş biçimleri de hesaba katılmalıdır. Derken Almanca “Quelle” kelimesini hatırladım, benim bulduğum anlam da o zaman yerine oturdu. Almanlar Quelle (“kaynak” demektir, biz ses yapısıyla ilgileneceğiz) gibi “q” ile başlayan kelimeleri bizim gibi ku-el-le” biçiminde okumazlar, kelime “kuw-el- le” şekline dönüşür, “q” düşer, “wel-le” baskın olarak kalır (zaten Welle dalga anlamına gelir). “Q” kaybının vasistas için de geçerli olup olmadığını elbette bilmiyoruz, ama devamı olan “ist-das” ulanmaz, yani “istas”a dönüşmez, Almanca ist-das ayrımını yapacak fonetik özelliktedir.
Ama “q” düşmesi işin şeklini değiştirir, zira bu durumda kelimeyi “quasi”ye dönüştürebilirsiniz, Latince “yarı” anlamına gelir (Quasi-modo, “yarı yarıya bebek, neredeyse insan”, Notre Dame’ın Kamburu). Geriye ne kalır, “stas”, bu da kolaylıkla stasis (duruş) kelimesine götürür. O zaman vasistas artık “quasi-stas” olur, yani “yarı duruş, yarı konum”. Bu anlamlıdır, ama çıkarımın doğruluğu her zaman tartışılır. Doğrulama için “kelime acaba ilk kez dünya pencere fuarında mı tanımlanmış” sorusunun da yanıtını aradım, bulamadım. Nitekim en erken yazılı kaynak 1700’lerin ortasına götürüyor. Olsa olsa daha erken tanımlandığını, dilden dile geçerken Latince iki kökten rastlantısal olarak kalıplaştığını öne sürebiliriz.
Etimolojinin keyfi de işte budur, sizi vasistastan alır, Ural-Altaylardan geçirir, Quasimodo’ya bile götürür.