Gündemimizin en önemli konularından biri kuşkusuz Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın ihaleye fesat karıştırmak gibi bir gerekçeyle tutuklanarak cezaevine konulması oldu. Bu yaklaşıma tepkilerini gösteren üniversite rektörleri önce Ankara ve ardından Van’da düzenledikleri toplantılarla, aslında daha açık ifade etmek gerekirse “çıkartmalarla” hem meslektaşlarının yalnız olmadığını vurgulamaya çalıştılar, diğer yandan aslında politik olma olasılığı son derece yüksek olan bu yaklaşımın ülkeyi getirebileceği noktayı vurgulamak istediler. Olayların nasıl geliştiğini basından yakından takip ettiniz, buna karşılık üniversite ve siyasi otoriteyi, ancak devlet üzerinden karşı karşıya getiren bu durum kuşkusuz tedirginlik yarattı ve infial doğurdu.
Bu satırlarda şu an yargıda olan bu konunun hukuki eylem açısından doğru ve yanlışlarını tartışmak niyetinde değiliz. Esas vurgu gereken yön, devletin kurumları arasındaki olağanüstü kopukluğun tırmandırdığı gerilimin nasıl olup da “tekbir” sesleriyle bezeli bir karşıt harekete dönüştüğü ve yüzeyden görünmese bile tırmandırılmış bir iç gerilimin bulduğu çatlaklardan nasıl patlarcasına dışarı çıkabileceğidir. Siyasette görüşlerdeki ayrılık neniyle zaman zaman didişmeler olması bizim ülkemizde sık görülen bir durumdur. Hatta muhalefetin genel tanımı hiçbir şeyden memnun olmamak, buna karşılık iktidarın genel yaklaşımı ise tek parti ve hatta tek kişinin kontrolündeki bir diktatörlüğe soyunmak şeklindedir. Vatandaşların üçte birinin oyuyla tek parti olarak iktidara gelebilme ayrıcalığı, koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlığından hep çekmiş bir ülkenin seçim sistemine “baraj” kısıtlamasıyla yamanmış olduğundan, sistem değişmedikçe (görünürde böyle bir emare de yoktur) bu tür itişme ve kakışmaların süreceğini tahmin etmek de zor olmasa gerek.
Buna karşılık her ülkenin “kalite güvencesi” olması gereken ve iyi işledikleri takdirde ülkeyi kanatlandırabilecek kurumları vardır. Üniversite bu kurumlardan biridir, bir diğeri bağımsızlığı tartışılamayacak olan yargıdır, bir üçüncüsü ise koşullar ne olursa olsun, hangi görüş iktidarda olursa olsun vazgeçilmemesi gereken devlet adabıdır. Devlet aslında bir milletin varlığında kurallar bütünüyle ortaya çıkan bir kurum olduğundan, milletin de adabını yansıtır. Koyulan kanunlar, bunların uygulanış biçimi, gösterilen tavır, aklınıza her ne gelirse gelsin devlet adabı şemsiyesinin altında ortaya çıkar. Devlet adabı yazılı maddelerden de oluşmaz, bürokratlar (ama özellikle kaliteli bürokratlar) bu adabın sürdürülmesinden sorumludur. Temayül dediğiniz şeyler, gelenekler bu yazılı olmayan kurallar çerçevesinde belirlenir. Cumhurbaşkanının resepsiyonuna nasıl katılınacağı, yargının kararlarının uygulanması yöntemi, yabancı erkanın ağırlanmasında izlenecek yol aslında yazılı olmayan kurallar manzumesidir.
Bu durumda Rektör Aşkın’a bizatihi devlet tarafından gösterilen tavrın devlet adabıyla hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, siyaset güdümlü, son derece çirkin bir küçültme olduğu açıktır. Buradaki küçültme aslında Rektör Aşkın’ın kendisine de değildir, küçültme YÖK’e ve beraberinde üniversitelere olan bir karşı tavrın sonucudur. İşin en huzursuzluk veren yanı, bu küçültmenin dolalı yolla “aydınlığa” karşı olan bir küçültme eylemi olmasıdır. Siyasi olduğu reddedilemeyecek bir tavır aydınlığı hedefliyorsa, üçte birin oylarıyla iktidara gelmiş ve samimiyeti her zaman sorgulanmış bir düşünce tarzından huzursuzluktan fazlasının hissedilmesi gerektiği de açıktır.
Devletin gösterdiği bu tutumun rektörler nezdinde hem meslektaşları, ama her şeyin ötesinde üniversiteye ve “aydınlığa” karşı bir saldırı olarak algılanması bu nedenle yanlış değildir. Ancak beri yandan bakıldığında, Rektörler Kurulu da bir meslek kuruluşu değildir. Ne yazık ki, üniversiteler de kendi düşüncelerini ifade edecek gelenek görenek ve temayül silsilesini geliştirememiştir. Karşı hareket olarak yapılan, müsteşarın profesörlük titrinin intihal dolayısıyla geri alınması yaklaşımı, kararın zamanlaması ve konumlaması açısından Rektör Aşkın’ın cezaevine konulmasından daha yüksek bir seviye gösterememektedir ki, “saçını çekenin dizine tekme atmak” şeklinde özetleyebileceğimiz, üniversiteye yakışmayacak sığ bir yaklaşımı temsil eder. Bu itişip kakışmanın çıkardığı toz duman, “içi doldurulamamasına rağmen açılan yeni üniversitelere, yetersiz olunmasına rağmen verilmiş olan profesörlük kadroları” gibi gerçek sorunları boğmakta, görülmesini engellemektedir.
Olayın en vahim boyutu ise son günlerde dillendirilir olmuştur. Hükümet ve YÖK arasında olan zıtlaşma tekbir efektleriyle seslendirilmekte, devletin diğer kurumlarının taraf olmasıyla büyümekte, sorunun olsa olsa ordu katında çözümlenebileceği, yani darbe yapılabileceği senaryoları yazılmaya başlanmaktadır. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu koşullar ve parçası olduğu dünya düzeni “darbe” sözcüğüyle ne örtüşebilir, ne de bir araya gelebilir. Doğru, ordu demokratik cumhuriyet rejimimizin hep güvencesi olmuştur, ama bugünkü koşullarda demokratik cumhuriyeti korumanın olmazsa olmaz kuralının “darbe yapmamak” olduğunun ordu herkesten çok daha fazla bilincindedir. Keşke bu gerçeği darbe senaryolarını dillendirenler de artık fark edebilse.