Bu hafta sizlerle bilimsel gelişmenin itici gücünün ne olduğunu tartışmak istiyoruz. Öncelikle belirtelim ki, bilimsel gelişmenin itici gücü kuşkusuz meraktır. Merak duygusu (güdüsü desek belki daha doğru) doğa bilimlerindeki öncü düşüncelerin temelini oluşturur. Günümüze ulaşıldığında merak hala önemli bir itici güçtür, ancak araştırmanın bir ucuna, bunun kazanca dönüştürülebilmesi de eklenmiştir. Şimdi benzer soruyu daha özel olarak sağlık alandaki bilimsel gelişmenin itici gücü için de sorabiliriz. Bu sorunun yanıtını bulmak ne yazık ki diğer bilim dalları için olduğu kadar kolay değil. Yeni bir mekanizmanın tanımlanması, yeni bir yöntemin geliştirilmesi araştırma enstitülerinin ve üniversitelerin ana uğraşı alanını oluşturur. Buna karşılık mesele ilaçla tedaviye geldiğinde itici motorun ilaç firmaları olduğunu görüyoruz. İlaç firmaları genellikle çok büyük ölçekli firmalar ve Ar-Ge departmanlarında dünyanın en iyi üniversitelerinden transfer ettikleri en parlak beyinlerini istihdam ediyorlar. Böylelikle tedavisi mümkün olmayan hastalıklar için yeni tedavi olasılıkları sunarken, aslında insanın yaşamdan en büyük beklentisi olan “sonsuz yaşamı” bulmaya çalışırlar.
Yaratıcı düşünce eksikliği
Dolayısıyla tıp fakültelerindeki araştırmaların önemli bir bölümü de ilaç sanayi işbirliğine dayalı olarak yürür. Ancak durum böyle olunca, tıp fakültelerinin ilgi alanı da ister istemez ilaç eksenine yerleşir. Özellikle klinik araştırmalar açısından bakıldığında, ki bu satırlarda ne kadar gerekli olduklarını sık sık vurguluyoruz, kullanıma sunulan her yeni ilaç klinik denemelerin de kapısını açar. Tıp alanındaki bilimsel araştırmaların ilaç ağırlıklı olmasının bir sakıncası bulunmamakta, ancak araştırmaların bütünü ilaç üzerine yönlendiğinde ister istemez sistematik bir eksik ortaya çıkarır. Bu eksiklik, “yaratıcı düşüncenin” giderek geri plana atılması, eldeki hazır araç olan ilaçla yetinilmesidir. Yaratıcı düşünce eksiğinin daha yoğun olarak yaşandığı, hayatın temel meselesinin geçinmek olduğu bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ise, bir noktadan sonra “doktorluk eşittir ilaç vermek” halini alır. Doktor kısıtlı zaman içerisinde hastaya ilaç dışında ya da ilaca ek olarak yapabileceklerini uzun uzun anlatmak yerine, bir reçete yazıp yollar. Reçete işe yaramazsa bir hafta sonra yeni bir reçete yazar, bu durum hem hastanın tedavisini aksatır, hem de gereksiz ilaç kullanımına neden olur.
Hekimlik uygulaması yeniden değerlendirilmeli
Doktorun meslek becerisini kullanmak yerine, her sorunun çözümünde doğrudan ilaçlara başvurması hasta memnuniyetini olumsuz etkilemektedir. Hasta öncelikle kendisini dinleyecek ve muayene edecek bir doktor arayışındayken, karşısında sadece reçete yazan bir doktor bulur. Öte yandan bu durum toplumun gözünde, “ilaç firmalarının doktorları yönlendirmekte olduğu” şeklinde hatalı bir kanıya da neden olur. Biz tıbbın vazgeçilmez parçası olan ilaç endüstrisinin beri yanda ne kadar zor koşullar altında çalıştığını, düzenlemelerin Demokles’in kılıcından daha keskin olduğunu iyi bildiğimizden, sektörün mesnetsiz bir şekilde hedef alınması görüşünü savunuyoruz. Ama beri yanda, mesleğin icrası ve bilimsel çalışmalar açısından değerlendirildiğinde, doktorların pratik ve yaratıcı düşünce konusunda daha tutkulu olmaları gerektiğinin de bilincindeyiz. “Özellikle ülkemizde bugün için “hazırlopçuluğa” kaymış olan bilimsel ortamın yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor” diye sözü yuvarlayalım. Ama esas meselenin ekonomik kaygılar ve değişen dünya algısı nedeniyle yitirilen merak olduğunu da unutmayalım.