Hürriyet Gazetesi’nin en güçlü kalemlerinden Emin Çölaşan dün itibarıyla görevinden uzaklaştırıldı, ya da yumuşatmadan söylersem atıldı, kovuldu. Emin Çölaşan’ın gazeteci kimliğini size anlatacak değilim, ama aşağıda yazacaklarımdan ötürü ana çerçevesini tekrar çizmekte yarar olduğuna inanıyorum. Ülkemizde “köşe yazarlığı” mevkii giderek “benim bilgim yok, ama fikrim var” derecesine indirgenen garip bir “zenaat” halini almaktadır. Gazetelerin bu kadar bol köşe yazarı barındırmasının temel açıklaması, bilgisi olmayan bir topluma “bilgi içermeyen görüş” empoze edilmesinin kolaylığından geçmektedir. Bilgiye dayalı gazeteciliğin duayeni kalemler (Uğur Mumcu, Nezih Demirkent ve diğerleri) öyle ya da böyle ebediyete intikal ettiklerinden, köşe yazarlığı “benim fikrim bu” savsaklamasının yazılı ifadesi haline dönüştü. “Bizim Mehmet’i okudun mu, ne hoş yazmış; bizim Tuğçe bugün yine erkeklerin altından girip üstünden çıkmış” tavsiyeleri, daha fazla bilmek istemeyen, ama hoş ve boş bir yaşam sürmek hayallerinden muzdarip bir toplumun kültürel “gelişmemişliğinin”, daha doğrusu dünyada olan bitene ilişkin “yokluğunun” ana gıdası olarak sunulur. Oktay, Güngör, Necati gibi ağır kalemler, magazin bolluğunun arasına “ciddiyet sosu” olarak dağıtılmıştır.
İşte Emin Çölaşan’ın gazetecilik anlayışı, “bilgi ve haber alma gücü”ne dayalı gazeteciliğin örneklerinden biri olması nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Çölaşan yazılarında zaman zaman hedef aldığı kişilerin sabrını taşıracak bir üsluba bürünse, hatta yazdıkları davalara konu olsa bile kaleme aldıklarındaki gerçeklik payı kimse tarafından reddedilememiştir. İşte bu gerçeklik (bilgiye dayanan doğruluk) unsuru Çölaşan’ı Türk basınının en ağır kalemlerinden biri yapar.
Şimdi gelelim görevinden uzaklaştırılmasını gerektirecek yazısının içeriğine ve çok yakın geçmişin analiziyle varacağımız noktaya. Çölaşan son yazısında İstanbul’da yayınlanan AKP taraftarı bir derginin kapağını konu yapmıştı. Söz konusu kapak (eğer hala kaldırılmadıysa eski yazılar arşivinde bulunabilir), kapısına kilit vurulmuş Anıt Kabir’den çıkarılan ve “hakaret edilen” Cumhuriyet ilkelerinin, seçim sandığına gömüldüğünü anlatan bir illüstrasyondan oluşmaktadır. Dolayısıyla derginin kapaktan ifade ettiği anlam, sadece Emin Çölaşan’ı değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan her vatandaşı rahatsız etmesi gerekecek kadar ağırdır, dahası Başbakan Erdoğan’ın Musa Kart ve Penguen dergisini dava ve mahkum ettirdiği gerekçeden çok daha vahim bir ifadeyi sergilemektedir. Herkesin bildiği üzere Emin Çölaşan dün böyle, bugün şöyle yazan bir kalem değildir; bu kapağı dile getirmesindeki üslupta ilelebet olandan farklı bir çizgi de yoktu.
Peki o halde Çölaşan köşesinden neden uzaklaştırıldı? Hürriyet yönetiminin ve elbette sahibi Aydın Doğan’ın aldığı bu kararın olası senaryosu nedir? Bugün için Türk basınında AKP hükümetine muhalif fazlaca bir ses kalmadı, o seslerin en güçlüsü kalem tutuşundaki tarzı nedeniyle Emin Çölaşan’dı. Cumhuriyet’i saymazsanız, muhalif sesler içerisinde en güçlülerden biri olan Vatan’ın dörtte bir hissesi zaten geçen haftalar içerisinde Aydın Doğan tarafından satın alındı. Hürriyet’in Makyavelist yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, abartmıyorum, hele Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda her ikisinden biri diğeriyle taban tabana çelişen yazılarıyla, ülkenin “uzlaşmasını” değil, gazetesinin ve efradının hükümetle anlaşmasını destekler görünmekte.
Bu eksendeki önemli bir gelişme de bence Hürriyet’in Sabah yazarlarından Yılmaz Özdil’i transfer etmesi oldu. Sevgili okurlar, bazı transferleri anlamlandırır, ama bazılarını da kolay kolay bir yere oturtamazsınız,. Daha önce Ahmet Hakan’ın transferini “göz kırpma, okur yelpazesini genişletme” olarak yorumlasanız bile, Özdil transferinin gerekçesini yorumlamak kolay değildir. Olup biteni konumlandırdığınız zaman Hürriyet gibi köşe yazarından zengin bir gazetede koyabileceğiniz eksik bir köşe (tarz) bulunmamaktadır. Özdil yazdıklarını severek okuduğum, üslup olarak zaman zaman Bekir Coşkun, Necati Doğru, Hasan Pulur’a yakın koyduğum bir ağabeyimizdir, ama Sabah’tan transferinin bu son gelişmeye kadar mantıklı bir açıklaması yoktu. Dolayısıyla yukarıdaki satırlarda anlattıklarımda, Türk basınının “temel güçlerinden” Hürriyet ve onun en sağlam kalemi Emin Çölaşan için aslında çok önceden hesaplanmış, lakin koşullar nedeniyle ancak tamamlanmış bir senaryonun izlerini görüyorum. Emin Çölaşan, haber kaynakları içerisinde yer alan TSK’nın da kendini gerektiği zamanlarda üstü kapalı olarak ifade ettiği bir sesti. Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi Türkiye açısından son derece netameli olan bir döneminin arifesinde görevinden uzaklaştırılmış olmasını, ona göre hayli “normal” ve sonuna kadar haklı o son yazısına bağlamam bu nedenle asla mümkün değil.
Siz nasıl yorumlarsınız bilmiyorum, Çölaşan’ın görevinden uzaklaştırılması başta Hürriyet olmak üzere Türk basını açısından sadece bir yüz karası olarak anılmayacak, aynı zamanda bir dönüm noktasını da temsil edecektir. Koşullar Hürriyet’teki başka kalemlerin istifalarına ve sonrasında “yeniden yapılanmalara” gebedir. Hürriyet’teki çatlak hangi transferlerle kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın, Sayın Özkök durumu nasıl açıklamaya uğraşırsa uğraşsın, köşe taşları yerinden oynadı, “gerçekleri savunan bağımsız gazete” mürekkebinin son damlaları da tamamen soldu. Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi’nin düsturunu koyduğu, bize de öğrencileri tarafından aynen öğretilen, “kalemini kır, ama sakın satma” ilkesi o çatıdaki varlığını yitirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi işte bu toz-duman arasında tamamlanmaya çalışılacak. Çağdaş demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan basının, Özal döneminden başlayarak “iki buçuk gazetelik” bu noktaya sürüklenmesi rastlantıların sonucu değildir, lakin dengelerin olmadığı yerde biliniz ki demokrasi de geri teper!