Bu hafta sizlerle “Türkiye nasıl Ar-Ge yapar?” sorusunu tartışmak istiyoruz. Hepinizin bildiği gibi, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin en önemli unsuru araştırma-geliştirmeden geçiyor. Ar-Ge’ye dayalı olmayan endüstriler, katma değeri yüksek ürünler yaratamadıkları gibi, çoğu konuda dışa bağımlı hale geldiklerinden aynı zamanda ekonomik kayba da uğruyorlar. Bu anlamda düşünüldüğünde, Ar-Ge sadece ilerlemenin değil, ekonomik refaha ulaşmanın, rekabet gücünü elde etmenin tek yolu olarak beliriyor. Kısa süre önce bu soruyu İstanbul Üniversitesi çerçevesinde sorduk ve uygun bir ortamın yaratılıp yaratılamayacağını deneyimlemeye başladık. İstanbul Üniversitesi kalifiye işgücü ve teknik imkanları açısından değerlendirildiğinde aslında Ar-Ge amaçlı asgari yeterliliğe sahip görünüyor. Ancak mesele bu işgücünün Ar-Ge’ye yaklaşımını test etmeye geldiğinde, aslında ülkenin geneline hakim olan kötümser havanın burada da hakim olduğu ortaya çıkıyor. Fikir beyan edenlerin ortak kanısı “bir şey yapmanın mümkün olmadığı”.
Yenilikçiliğin üç esas bileşeni: İnanç, işbirliği ve disiplin
Uzakta duranlar için Ar-Ge kuşkusuz ulaşılamaz bir aşama olarak algılanmakta. Yenilikçi, yani patente dönüşebilir bir ürünün ancak ileri teknoloji merkezlerinde yaratılabileceği kabul edilmekte. Peki bu durum gerçekten böyle mi, Ar-Ge sadece yüksek teknolojili merkezlerde mi yapılabilir? Zaman zaman paylaştığımız üzere, son yıllarda dünyanın özellikle ilaç alanında başlıca Ar-Ge merkezlerini gezmek şansımız oldu. Burada çalışanların yenilikçiliği nasıl algıladıklarını gördük, Ar-Ge konusundaki asgari gereklilikleri detayıyla inceledik. Yenilikçi bir ürün yaratılmasının dört temel bileşeni bulunmakta, bunlardan birincisi “gerçekleştirme inancıyla yola çıkmış” işgücü. İnancı burada iki kez vurguluyoruz, zira bir konuda uzmanlaşmış olmak Ar-Ge’nin sadece bir unsuru, en az bunun kadar önemli diğer bileşen, bunu gerçekleştirmek konusunda yeterli ufka sahip olmak, bilimsel detaylar arasında boğulmadan, eksik olan noktayı görüp buna odaklanmak. Ar-Ge’nin ikinci önemli koşulu ise işgücünü oluşturan insanların “işbirliği”, yani ürünün değişik aşamalarını planlama, sinerji yaratma becerisi. Bunların ardından gereken üçüncü koşul, yeterli teknolojik altyapı. Son önemli bileşen ise bunu destekleyecek sermaye birikimi, yani risk sermayesinin varlığı.
Bir yerden başlamamız ve sürdürmemiz gerekiyor
Bu çerçevede düşündüğünüzde, işgücü ülkemizde var, teknolojik altyapı başlangıç için yeterli, bu iki unsur bulunduğunda risk sermayesi zaten kendi gelmekte. Ülkemizde eksik olan şey anlayacağınız üzere insanların Ar-Ge yapmak konusundaki istekleri ve işbirlikleri. İstanbul Üniversitesi örneğinden devam edecek olursak, alet parkının ve var olan fonların da başlangıç için yeterli olduğunu görüyorsunuz. Buna karşılık yeni ürün geliştirmek konusunda var olan yerleşik atalet, Ar-Ge sözüne bile imalı bir gülümsemeyle bakılmasına neden oluyor. İşte bizim arayışımızın temel noktası da bu ataletin harekete dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği. Oysa İstanbul Üniversitesi’nin sırf bu amaçla kurulmuş bir Teknoloji Geliştirme Merkezi bile var, eksik olan farklı birimler arasında diyalogun sağlanması ve hedef belirlenmesi.
Bugün var olan Ar-Ge ürünlerinin nasıl geliştirildiğini incelediğinizde, gerekli olan ana unsurun birlikte çalışma kültürü ve çalışma disiplini olduğunu görüyorsunuz. Geliştirilen bir ürünün pazara tamamen hakim olması mümkün olmasa bile, penetre olması ve pazar payı kazanması sadece bu işbirliği ve disipline bağlı gerçekleşiyor. Hatta şöyle diyelim, bu unsuru kazanamayan ya da kaybeden ürünler pazardan da çekilmek zorunda kalıyorlar. O halde yapmamız gereken bir araya gelmek, çalışma alanını doğru saptamak, işbirliğini düzenli olarak sürdürmek ve disiplinden asla taviz vermemek. Türkiye’nin sahip olduğu altyapı Ar-Ge yapılması için yeterlidir.