Kuzey Irak’taki askeri harekatın beklenenden önce sonlandırılması konusunda herkes çok şey söyledi. Benim bu konuda söyleyeceklerimi lütfen anlatılanların yorumu değil, anlatılmayanların izahı olarak kabul ediniz. Kuzey Irak harekatının hükümetin üst düzeyi tarafından “vakayı adiye”, devletin üst düzeyi tarafından ise, “fırsat bu fırsat, türbanı onaylayayım” şeklinde algılandığını geçen hafta açık açık yazdım. Dolayısıyla yazacaklarımın onlar nezdinde bir değeri olmayacağını da zaten kabulleniyorum. Önce şu üç temel soruya herkesin verdiği genel cevaplara bakalım. Birinci soru; bu harekat gerçekten gerekli miydi? Evet, ülke sınırlarımız içindeki gelişmeler dikkate alındığında Türkiye’nin böyle bir harekat yapmasının kesin haklı gerekçeleri vardı. İkinci soru; bu harekat hakkıyla yapıldı mı? Evet, TSK aldığı lojistik desteği başarıyla kullandı ve hedefine büyük ölçüde ulaştı (daha fazlası da beklenmemelidir). Ama üçüncü soru; harekatın başlama ve bitişini bizim özgür irademiz mi belirledi? Hayır, sorarak girdik, uyarıldık ve çıktık.
Şimdi veriler ışığında diğer sorunları tartışalım. Açıklanan resmi verilere göre Kuzey Irak’ta 27 şehit verdik, ancak karşı tarafın iddiaları “Türkiye’ye 81 cenaze gönderildiği” şeklinde. Harekatın sonlanmasına yakın 300 komandoluk bir birliğin daha indirildiği, akıbetlerinin bilinmediği şeklinde ek iddialar da söz konusu. Binlerce askerin eksi 25 derece sıcaklıkta yürütüleceği bir operasyonun güçlüğünü, ancak eksi beş derecede sokakta yürümenin zorluğu çerçevesinde tahmin edebiliyorum. İşte bu yüzden vatanları uğruna canlarını koyan askerlerimizin ellerinden minnetle öpmek dışında, suskun dilleri adına söylemem gereken şeyler var. Birincisi bu operasyon Kuzey Irak’a PKK nedeniyle düzenlenen 25. operasyondu. Diğer yirmi dördünün de “askeri açıdan” başarılı olduğunu kabul ettiğimize göre, neyin eksik kaldığını artık sorgulamamız gerekmiyor mu? Üstelik bu görüş askerin de görüşü değil mi?
Geçtiğimiz günlerde rakamsal olarak ifade edildi, Doğu ve Güneydoğu’daki illere bir yıl içinde yapılan yatırım, İstanbul’da en son açılan üç alışveriş merkezinin yatırım değerinin onda biri seviyesinde. Bir oyun bir torba kömür olduğu siyaset ortamında, ekonomik iyileştirme yapılmaksızın, iş olanağı sağlanmaksızın, sağlık hakkı güvenceye alınmaksızın (son bir ayda Doğu’dan gelen lösemili iki çocuğa İstanbul’da hastane bulamadım) hangi vatandaşı aynı geminin yolcusu olduğuna ikna edebilirsiniz? Sosyal yapının aşiret-ağalık üzerine kurulu olduğu topraklarda, devletin “yatırım” dediği TOKİ konut inşaat faaliyetleri bile, “müdür aile efradına villa yapar, köylü inşaatta çalıştığına dua edip, oy atar” (ben bu senaryoyu Hasankeyf TOKİ projesinde de aynen okudum) şeklinde gerçekleşiyor. Dahası DTP de zaten halkın değil, ağaların temsilcisidir.
Gelelim Kuzey Irak harekatının birden bire sonlandırılmasına. Sonlandırma tarihinden Başbakan’ın haberi olmadığını hepimiz biliyoruz, yatsın kalksın Genelkurmay Başkanı’nın alicenaplığına müteşekkir olsun. Başbakan ama beri yanda, TSK’nın operasyonun “ABD’nin isteği üzerine sonlandırıldığı” görüntüsünü bilerek kabullenmesinin yarattığı “ince ayarı” da aklının bir kenarında saklasın. TSK harekatı bitirme kararını almış olsa bile, ele güne karşı içine düşeceği durumu dikkate alıp en az iki gün oyalanabilirdi. Hangi askerin kaç adım attığının bile uydudan izlendiği bir ortamda, harekatın fiilen sonlandırıldığını anlamak, “müttefikin” gecikmesini mantıkla karşılamak uluslararası ilişkilerin küçük bir detayıdır. Oysa TSK bunu yapmadı, kararı kendisi verse bile, başkası vermiş gibi görünmesinden yüksünmedi. Neden?
Kuzey Irak harekatının askeri yönünü, sosyoekonomik bileşenini, Başkomutan payesini taşıyan Cumhurbaşkanı’nın meselenin dışında kalmasını, Başbakan’ın olan biteni “hitabet sanatını” konuşturabileceği başka bir mecra olarak algılamasını topluca değerlendirdiğimizde, bence en doğru sözü Bülent Ersoy söyledi. Seversiniz, sevmezsiniz, erkek de değil, kadın da değil dersiniz; inanın bu yönleri benim tartışma konum olmaz. Lakin herkesin yaltaklandığı, laf ebeliği yaptığı ortamda bir tek Bülent Ersoy “ana” gibi konuştu. Birilerinin hep “daha eşit” olduğu, fakirin hep ezildiği, iktidar sahibinin hep sömürdüğü bir toprakta şehitler haksızlığın bedeli olarak ölür, haksızlık sürerse vatan da pekala bölünür.