Yenilikçi tedavilerde maliyet paradoksu

Kanser tedavisinde kullanılan yeni ilaçlar, hedefe yönlendirilmiş molekülleri içeriyor. Bu ilaçların geliştirilmesi, önce hedefin tanımlanması, daha sonra bu hedefe yönelik ilaç planlanması şeklinde “tasarlanmış” bir süreç. Yeni ilaçlar bu nedenle klasik tedaviye ciddi üstünlük taşıyor. Bugüne kadar hiçbir tedavisi bulunmayan kanser türlerinde başarı getiriyor. Örnek vererek açıklayalım, kronik miyeloid lösemide yapılabilecekler son yıllara kadar kısıtlıydı, derken hastalığın mekanizması anlaşıldı ve bu mekanizmayı kıracak imatinib adlı ilaç geliştirildi. İmatinib beklentilerin bile çok üzerinde başarı getirdi ve standart tedavi haline geldi. Bir diğer örnek böbrek kanseri, bu hastalık için uygulanabilecek tedaviler de çok kısıtlıydı. Ancak hastalığın moleküler mekanizması anlaşılınca, bu amaçla geliştirilen sunitinib adlı ilaç, ilk kez anlamlı bir tedavi başarısı getirdi. Sunitinib bugün böbrek hücreli kanserin tedavisinde etkili olduğu kanıtlanmış başlıca tedavi yöntemi oldu.

Artan Ar-Ge maliyeti önemli bir sorun

Ancak bizim sözü getireceğimiz yer, yeni ve etkili tedavilerin başarılarını anlatmak değil, bu tedavilerin maliyetlerinin ve söz konusu maliyetin üstlenilebilip üstlenilemeyeceğinin tartışılması. Yeni ilaç geliştirmenin pahalı bir süreç olduğunu sık sık tekrarlıyoruz. Yeni bir molekül bulunması, aday diğer moleküller içerisinden ayrılması, klinik çalışmalarının yapılması ve etkili olduğunun kanıtlanması çok değil bir on yıl öncesine kadar 200 milyon dolarlık bir bütçeyi gerektiriyordu. Günümüzde ise bu rakam ortalama 500 milyon doların üzerine çıktı. Dolayısıyla etkili olduğu kanıtlanmış bir tedavinin aylık maliyeti artık binlerce dolarla ölçülmekte. Ülkelerin maddi güçleri ve sigorta sistemleri, artan tedavi maliyetlerini genellikle üstlenmek eğiliminde. Her ülke kendine göre bir kriter koyuyor, ondan sonrasını ise üstlenemeyeceğini belirtiyor. Bizim ülkemizin kısıtlı ekonomik gelir düzeyi dikkate alındığında, tedavi maliyeti daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Hedefe yönelik tedaviler henüz nispeten yeni olduklarından, Sağlık Bakanlığı örneğin ruhsat sürecini yavaşlatarak zaman kazanmaya çalışıyor. Bir diğer yaklaşım, gereklilikleri ve prosedürleri artırarak reçetelendirmenin dolaylı yoldan önünün kesilmesi. Ancak ne kadar ağırdan alınmaya çalışılırsa çalışılsın, ne kadar bürokrasi yaratılırsa yaratılsın, hastalar yaşam umutlarından elbette vazgeçmiyorlar, dolayısıyla maliyet bütçenin üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya devam ediyor.

Para mı daha değerli, yaşam mı daha kıymetli?

Bu durumda ister istemez bir ucu ekonomik, diğer ucu ise etikle sınırlı ikilem ortaya çıkıyor. Hedefe yönelik tedaviler tedavide ciddi bir başarı ortaya koysalar bile, uzun süreli kullanımlarının getireceği başarı henüz bilinmiyor. Ama beri yandan bakıldığında, dünyadaki genel uygulamayı reddedip, “ben bunları üstlenmem” demek de etikle bağdaşmıyor. Bizim vatandaşımızın hayatı, zengin ülkelerin vatandaşlarından daha mı değersiz? Batı ülkeleri tedavi üstünlüğü bilimsel olarak onaylanmışsa, ilacı ödemeyi kabul ediyor. Lakin sınırların nasıl belirlenmesi gerektiği konusunda kabul edilebilir ve kalıcı bir çözüm önerisi henüz yok.

Hedefe yönelik tedaviler sadece kanser alanında değil, tıbbın bütün disiplinlerinde giderek yerleşiyor. Halen araştırma aşamasında ve umut verici binlerce molekül var. Bunların ilaç haline gelmeleri durumunda artan maliyetler karşılanamazsa, bu durumda Ar-Ge çalışmalarının yavaşlayacağını öngörmek de zor değil. “Yenilikçi” olmak maliyet demek, maliyet karşılanamazsa, Ar-Ge yapmanın anlamı kalmayacağından, tıbbi gelişimin sürdürülmesi zorlaşacak. Kısılan maliyetlerden, anlı şanlı toplantılar ve kongre finansmanları da elbette payını alacak. Sistem kendi içine çökecek olursa, inanın bu durumdan yine en fazla hastaların başı ağrıyacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir