Geçen hafta Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi dostumuz Selim Çetiner’in düzenlediği III. Tarımsal Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyumu’na panelist olarak katıldım. Sempozyumun başlığı “Enine Boyuna Genetiği Değiştirilmiş (GDO’lu) Ürünler” olarak konmuş ve 11 Eylül tarihi özellikle seçilmiş. Zira çevre güvenliği konusundaki en belirleyici sözleşme olan Cartagena Protokolü 2003 yılının 11 Eylül’ünde yürürlüğe girmiş. Çevre güvenliği ve biyogüvenlik konusundaki kaçınılmaz kurallar manzumesi sayılan bu protokole biz de tarafız.
Zaten mesele de buradan çıkmakta, genetiği değiştirilmiş ürünlerin çevre güvenliği ve sağlık (hayvan/insan sağlığı) açısından yaratacağı tehditler (riskler) bilinmemekte. Yaklaşık on yıldır ekiliyor ve tüketiliyor olmaları da güvenli olduklarını kanıtlamak için yeterli veri sunamamakta, en az elli yıl gerekir. Neden? Zira bu teknoloji ile üretilen bitkilerde, Bacillus thuringiensis (Bt mikroorganizması) gibi bambaşka canlıların genleri kullanılmakta. Yaşamın en az bir milyar yıldır damıtıp getirdiği çeşitlilik ve ahengi dikkate aldığınızda, tek bir küçük gen parçasının “aslında olmaması gereken yerde” bulunmasının yaratacağı risk son derece açık. Bu teknolojiyle üretilen soyaya “soya” demek mümkün değil, mısır da aynı şekilde “mısır” olarak adlandırılamaz. Bunlar görünüşte asıllarına benzeseler bile, yaratılmaya (!) çalışılmış “ucubeler” olarak kabul edilmelidir.
Açıklamaya şöyle devam edeyim; günümüzde örneğin kanser hastalığı giderek artmakta. Bu artışı sigara, çevre kirliliği gibi dünden bugüne pek fazla değişmeyen faktörlerle açıklamamız akılcı görünmüyor. Artışın başka nedenleri olmalı diye düşünürsek, akla gelecek tek şeyin beslenme şeklimiz olduğunu görüyoruz. Bugün piyasada bulunan gıdaların büyük bir kısmı hormon kullanılarak ve genetiği değiştirilerek üretilmiş gıdalar ki, kullanılan hormonlar insanlarda da benzer etkiler gösteriyor (bitkisel östrojenler örneğinde olduğu üzere). Plastik ambalaj yöntemleri ise bunlara eklenen bambaşka bir sıkıntıdır. Dolayısıyla sorunun cevabını öyle uç noktalarda değil, doğrudan “yediklerimizde” aramalıyız.
Şimdi gelelim GDO’lu gıdaların gerçekten gerekli olup olmadığı sorusunun yanıtlanmasına. Toplantıda konuşan Delf Üniversitesi öğretim üyesi bir diğer değerli dostumuz Klaus Ammann, ilk kez 1963’te Türkiye’ye gelmiş 1968 kuşağının bir üyesi. Derken Diyarbakır’da arabaları bozulmuş, malum o dönemde her yerde yedek parçacı, tamirci bulunmadığından İstanbul’dan gelmesini beklemek durumunda kalmışlar. Ammann günde 20 sentle karınlarını doyurabildiklerini söylemekten fazlasıyla mutluydu. Peki o zamandan bu zamana ne değişti ki? Tamam, arada biz ülke olarak “70 sente muhtaç” kaldığımız bir dönem geçirdik, lakin kendisinin de söylediği gibi, bugün sadece ABD’nin yetiştirdiği buğday bile bütün dünyayı doyurmaya yetecek miktarda. Dolayısıyla bizim dünya olarak bir beslenme sorunumuz bulunmamaktadır, meselemiz “ülke ve dünya” olarak var olan doğal kaynaklarımızı akılcı (bilimsel ve planlı) kullanamamamızdır. On sene önce açken, bugün GDO’lu tarım sayesinde karnımız doyar hale gelmedik. O halde nedir bunca olası risklerine rağmen GDO’lu tarım konusundaki ısrar?
Sempozyumun en önemli konuşmalarından birini de Selim Çetiner’in öğrencisi olan Atakan Ertugrul yaptı. Ertugrul Türkiye’de tüketiciye sunum yapan değişik noktalardan seçilmiş mısır, soya gibi dört farklı gıda türünde 150 örnek üzerinde GDO varlığını araştırmış. Hayvan yemlerinin yüzde 98’inde, işlenmiş 10 soya ve 20 mısır ürününün ise yüzde 80’inde GDO var olduğunu saptamış. Buna karşılık Türkiye’de yetiştirilen ürünlerde GDO bulamamış. Sonuç “düşündürücü” olsa da, işte bilim budur. Mükemmel çalışması için Atakan Ertugrul’u kutluyor ve onu yetiştiren hocası Selim Çetiner’e de ayrıca teşekkür ediyorum.
Ve sonradan öğrendim ki, ABD Büyükelçiliği Kıdemli Tarım Uzmanı Samet Serttaş da sempozyumu izlemiş. Doğrusu bu duyarlılık beni şaşırtmadı, zira ABD akıl ve bilim temelinde kurulmuş bir ülkedir. Zaman zaman “duygusal zaaf” gösterip Afganistan gibi kimseye fayda sağlamayan operasyonlara girişseler bile, GDO’lu tarımın çevre ve sağlık risklerini görmezden gelemez, vatandaşlarını riske sokamazlar. Elbette 15-20 yıl süresince bu alana yatırım yapılıp büyük şirketler kurulmuş olabilir, ancak bunların biyoteknolojinin diğer alanlarına kaydırılmaları (örneğin kendiliğinden parçalanabilir “bio-degradable” ambalaj tekniklerini geliştirebilirler) asla zor değildir. Ya da geliştirdiği olağanüstü tekniklerle çölde (‘vaat edilmiş’ topraklarında) tarım yapmayı başaran İsrail örneğinde olduğu gibi, tarımın diğer “mucizevi” alanlarına yönelebilirler.
Sonuç olarak, sağlık hepimize lazımdır! Sabancı Üniversitesi düzenlediği bu sempozyumla, kaybettiği sağlığını Amerika bile arayıp bulamayan ve atlattığı onca badirenin ardından uçaktan iner inmez ‘vatan toprağı’nı öpen merhum Sakıp Sabancı’ya (Nur içinde yatsın!) layık olduğunu kanıtladı. GDO “nafile” bir sevdadır, Selim Çetiner hocamız ve ekibi de bunun anlaşılmasına çok önemli bir katkı sağlamıştır, bu nedenle kendilerine müteşekkiriz. Bir sonraki sempozyumun konusu “Sakıp Sabancı Ağamın Onuruna”, “Türkiye’de bilime dayalı, sağlıklı ve sürdürülebilir tarım politikaları” olmalıdır, Sabancı Üniversitesi’ne de işte zaten bu yakışır!