Bundan yaklaşık iki ay önce “Günümüz bilimine samimi bir eleştiri” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Şöyle özetleyeyim, bilimin tarihsel seyrine baktığınızda, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ciddi bir algı değişikliği görüyorsunuz. Özellikle hastalıklara yönelik çalışmalar, “neden-sonuç” ilişkisini araştırmaktan çıkıp, “ilişkilendirme” saplantısına düşüyorlar. Bilgisayar teknolojisinin de gelişmesiyle birlikte, olağanüstü bir veri miktarının başarıyla kaydı tutulmakta. Ancak mesele verilerin işlenmesine geldiğinde, analizin hedefi “neyin neyle ilişkili olduğunu saptamak” haline geliyor, yapılan bütün moleküler çalışmalara karşılık neden-sonuç ilişkisi konusunda bir şey söylenemiyor. Bu durumda bilim ilerlemek ve sorunlara çözüm üretmek yerine, durmadan yeni veri ve yeni soru üreten kısır bir uğraşı alanına dönüşüyor. Rakamlara baktığınızda her yıl yüzlerce milyar dolarlık araştırma var, ama üretilen çözüm olarak incelediğinizde önemli bir aşama kaydedilememiş. Sürekli irdeleyen, ancak asla sonuca varamayan bir kısır döngü… Bu durum gerçekten İkinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu mudur, bunu söylemek o kadar kolay değil, ancak yazılmış kitapların sorunları ele alış şeklinde baktığınızda, bölüm başlıklarının bile ciddi değişikliğe uğradığını görüyorsunuz. Dolayısıyla bilerek ya da bilmeden, bilim algısı değişmiş.
Daha kolay anlaşılması için günlük tıptan örneklerle açıklayalım. Kilo fazlasının pek çok hastalık için risk faktörü olduğu herkes tarafından çok yi bilinmektedir. Kilo fazlası başta diyabet olmak üzere, kalp hastalıkları ve bir dizi kanser için riski artırır. “Riski artırma” ifade etmek istediğimizin tam karşılığıdır. Binlerce hastayı ve sağlıklıyı alırsınız, bunların, yaş, kilo gibi rakamsal değişkenlerini istatistik analiz programına girersiniz, bir sütuna da hangi hastalığın var olup olmadığını yazarsınız. Sonra da ilişkilendirir ve riski kaç kat artırdığını hesaplattırırsınız, bunu da istatistikte anlamlı olarak kabul ettiğiniz “p değerine” bağlarsınız. P değeri yüzde 5’se, “bu sonuç yüz vakanın sadece beşinde rastlantıya bağlı olarak böyle çıkabilir” anlamına gelir, bilimsel olarak kanıtlanmış kabul edersiniz. Kilo fazlasının neden diyabet ya da kansere eğilim yarattığı sorusu ise yanıt bulmaz, dolayısıyla bu bilimsel anlayıştan çıkarabileceğiniz sonuç “fazla kilolarınızdan kurtulun”dan öteye gidemez.
Kilo fazlası neden kanser yapar?
Oysa fazla kilolar ve kanser ilişkisini nedensel olarak incelediğinizde durum değişebilir, sorunun fazla kilolardan çok yağ dokusunun dolaylı olası işlevlerinden kaynaklandığını görmeye başlarsınız. Yağ dokusu fazlasının (kilolu olmanın) kendi başına kanser yapıcı bir özelliği bilinmemektedir. Ancak yağ dokusunun kendine özel bir metabolizması vardır, hormonların dönüştürülmesinde rol oynar. Dahası, yağ dokusu yağda eriyen tarım ilacı gibi yabancı maddeler için de bir depo görevi görür. Yağ dokusu az olanlarda bu maddeler karaciğer tarafından dolaşımdan çekilir ve etkisizleştirilir, çünkü organizma yabancı maddelere karşı korumalıdır. Yağ dokusu fazla olan bireylerde, zararlı maddelerin vücuttan uzaklaştırılması da yavaşlar, etki süreleri uzar. Peki kanseri yapan nedir bu durumda, kilo (yağ dokusu) fazlası mı? Değil, dışarıdan alınan kimyasalların vücuttan uzaklaştırılamaması. “Kilo verin” uyarısı ne kadar doğru ise, tarım ilaçlarının esas neden olabileceği de o kadar aşikar hale gelir (daha önce de söz ettik, kanser dışında nedenlerle ameliyat olan kişilerin yağ dokularında tarım ilacı kalıntıları saptanabilmektedir). Aynı nedensel ilişki olasılıkla diyabet için de ileri sürülebilir. İşte günümüz biliminin bu eksiği, “esas suçlunun başka yerde aranmasından” başka bir şey değildir. Siz eğer vaka-kontrol çalışmalarındaki değişkenler arasına bireylerin kilo durumunu almazsanız, bu etkiyi asla öngöremezsiniz, risk analiziniz “anlamsız” çıkar.
Peki DNA neyi anlatır?
Sözü yine DNA ve İnsan Genom Projesi’ne getirip noktalayalım. Bu konudaki kişisel naçizane görüşüm, DNA ve işlevi konusunun da yanlış yorumlandığı şeklindedir. Tamam, canlıların temel yapı taşları proteinlerdir ve bunlar da DNA’da kodlanırlar. Ancak insan genomundaki gen sayısı 25.000’i geçmezken, proteinlerde dengesiz bir çeşitlilik vardır, “bir gen karşılığında bir protein” ilkesi bunu açıklamaz. Dahası DNA proteinin sadece dizi kodunu verir, bunun üç boyutlu işlevsel proteine dönüşümünü sağlayamaz. Oysa binlerce aminoasitten oluşan kod, sonsuz olasılıkta katlanabilecekken, işlevli olduğu şekle katlanır. O halde “işlev önemli” derseniz, DNA bunu yapamaz. Gel de çık işin içinden. Bu konular “uç bilim”dir, üzerine anlatacaklarımız da başka bir yazının konusu olacak.