“Taraf olmayan bertaraf olur”: Elmayı yemek ya da yememek!

Haftalardır yazmayı sürdürdüğüm tarım ilaçları ve kanser ilişkisinin 12 Eylül’de yapılması planlanan referandumla da garip bir benzerliği var. Önümüze bir Anayasa paketi sunulmakta (yani bir elma), bunu kabul etmenin (yemenin) uygun olup olmadığı konusunda onay istenmekte. Buna karşılık bizim gibi sokaktaki insanlar Anayasa’da nelerin değiştirilmekte olduğu konusunda (elmada tarım ilacı kalıntısı konusunda olmadığımız gibi) bilgi sahibi değiliz. Aklı iyi kötü eren birisi olarak Anayasa’daki değişiklikleri elbette inceledim, AK Parti’ye müteşekkirim, internet sayfasında Anayasa’nın değiştirilmesi planlanan maddelerinin hem eski hem de yeni halini karşılaştırmalı olarak yayınlamış. Eklenen kısımların altını, çıkarılan kısımların üstünü çizmiş, benim gibi ortalama bir vatandaş bile farkları anlayabiliyor. Şöyle bir okuduğumda da ilk izlenimim, eklenenlerin çoğu iki ya da üç cümle uzunluğunda. Bunlar “hukuksal açıdan bir cilveleşme ortamı yaratır mı, bu kadar teknik bir sonuca varamam (niyet kötü olduktan sonra, her şey çarpıtılabilir). Ancak mesele “yüksek yargının yeniden yapılandırılması” konusuna gelince, yani Anayasa Mahkemesi (Madde 146) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (Madde 159), eklentiler birden iki-üç cümleden paragraflar düzeyine varıyor. Bu durumda ben de, içerisinden yetiştiğim “Anadolu – Orta Doğu” coğrafyası gereği “ne oldu da bu kadar değişmesi gerekmiş?” mealinden işkilleniyorum. Zira malum coğrafya ki, madeni 1 TL piyasaya çıktığında Avrupa para otomatlarını değiştirmek zorunda kaldı, parti liderlerinin değişimi kaset skandallarına endekslendi ve yine bu coğrafyanın vatandaşları iki yıl tünel kazıp mozoleye ulaştı.

“Hukuk” Millet’in iradesinin önündedir, yoksa zaten “Devlet” olunamaz!

Bir ülkede demokratik sistemin gelişmiş olup olmadığının çok fazla göstergesi vardır, ancak “yargının bağımsızlığı” demokrasi kavramının en önemli göstergesidir. Devletleri milletler kurar, kurdukları zaman da o aşamadan sonrasını bir kurallar manzumesine dayandırırlar, buna “anayasa” adı verilir. “Yani Anayasa’nın millet meclisinde kabulünün ertesinde” durum farklıdır, zira artık “devlet” olmuşsunuz demektir. Kuralları Millet olarak siz koymuşsunuzdur ve kayıtsız şartsız uyacağınızı taahhüt etmişsinizdir “ama”, kurduğunuz sistem “hem bağlı, hem de ayrı bir erk” olarak işlemeye başlar, sizin koyduğunuz kurallarla işleyen ayrı bir yapıya dönüşür. İşte bunun kuralına göre işleyip işlemediğini de yüksek yargıyla denetim ve güvence altına alırsınız. Yarın bir gün, öyle ya da böyle birileri yönetimi ele geçirirse, kuralları “Millet iradesine dayanarak bile” değiştiremezler. Hakların tanımı ve paylaşımı ise devlet olduktan sonra artık Millet iradesinde değildir, “Hak”tan gelir, evrenseldir. “Burada böyle olur, şurada farklıdır” diyemezsiniz. Kısacası, Millet, Devlet olabilmek adına hukukun üstünlüğünü (anayasanın değil) kabul eder! İşte bütün bunların doğru işleyip işlemediğini de Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun denetimine sunar. Bu durumda “bizdencilik” yapamazsınız, çünkü “onlar da bizden olsun” derseniz, devlet olmanın gereğini reddedersiniz. Üstelik ta Fransız Devrimi’nden beri çok iyi bilinir, herkes için geçerlidir, “güç yozlaştırır”. AK Parti’yi tenzih ederim, ama önerilen Anayasa değişikliği gerçekleşirse, hukuk sistemi meclisin kontrolüne geçecektir, bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin “devlet” olma özelliğine ciddi bir biçimde zarar verir, “daha doğrusu ortadan kaldırır”. Üzgünüm, “hukuk” Millet’in iradesinin üzerindedir, bunu kabul etmezseniz (Hak’ın üstünlüğünü reddederseniz) zaten devlet olamazsınız!

Elma zehirli çıkarsa o kıpkırmızı dudaklardan hangi prens öpecek?

Dünyada “çok miktarda bayrak” bulunmasına rağmen, “çok az sayıda ‘demokratik devlet’ yönetimi” mevcuttur (mesela ABD/Hollywood bunlardan biri “değildir”; Kıta Avrupası’nın sicili biraz daha iyidir, ancak demokrasi/hukuk sınırını iyi koruyan devlet sayısı dünyada bir elin parmaklarını geçmez). Hal böyleyken iktidar partisi ve muhalefetin meydan muharebeleri “villaların sığ havuzlarının” ötesine geçememekte, üstelik üslup giderek sertleşmekte. Dillerinden düşürmedikleri “Millet”, neyi oylayacağının bile bilmezken referandumun güven oylamasına dönüştürülmesi en büyük hatadır. 13 Eylül sabahı küçük bir farkla evet ya da hayır çıkması kimse için zafer ya da yenilgi olamaz.

İşte bu nedenle, Anayasa referandumu halka sunulan güzel, kırmızı, ama zehirli olabilecek (tarım ilacı artıklarıyla bezenmiş) bir elmadır, alıp almayacağınız, yiyip yemeyeceğiniz size bağlı. Ha biz bunları yemiyor muyuz? Evet yiyoruz! Annelerin sütlerinde, hepimizin dokularında tarım ilacı kalıntısı zaten var (4 Ağustos 2010 tarihli yazım)! GDO’ların araştırılması yasak, ekilmesi yasak, ama “ithalatı serbest”! Peki üstüne bu elmayı da yesek ne olur? Kanser oluruz (zaten oluyoruz), zürriyetimiz gider (zaten tüp bebek merkezlerinin sayısı iyice arttı), demokrasiyse zaten demokrasi…

Bütün mesele “işe kötü niyet karıştırılırsa” bir beyaz atlı prensin gelip gelmeyeceğinde. Elma zehirli çıkarsa “cam tabuta konan biz o güzel Millet’i, çıkar mı sizce o elma kırmızısı dudaklarından öpecek biri?

Ve uyandığımızda niyeti ne olur, sevgiyle mi kucaklar, yoksa kemerine mi gider elleri…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir