Özel sektördeki Ar-Ge’nin dinamiği işin bir yüzünü oluşturmaktadır, ama işin bir de akademi (üniversite) boyutu vardır. Ar-Ge aslında üniversitelerin merkezi dürtüsü olması gerekirken, daha çok özel sektörde, kısmen de birliktelikler şeklinde gerçekleştirilmektedir. Bir Kayseri fıkrasıdır, “çocuktan tüccar ya da bürokrat çıkamıyorsa üniversiteye ver” der. Amaç sadece para kazanmaksa, bizim coğrafyada çok da yanlış olmayan bir saptamadır.
Şimdi konuyu bir de üniversite eğitimi açısından irdeleyelim. Dünya devi şirketler elemanlarını üniversitelerden devşirir, ama üniversiteler de açığı doldurur. Bunun nedeni aynı dünya görüşüne sahip olanların üniversitede kalmakta ısrarlı olmalarıdır. Şirketler ticari başarılarının anahtarı olan bu kademeyi (mesela ilaç yazacak ya da yönlendirecek akademisyen doktorlar) olanak sağlayarak bağlarlar. Daha üniversitedeyken bile geleceği görüp, tuttuğu yolun doğru olduğundan emin olanlar ise zaten üniversiteyi bile bitirmeye vakit harcamadan ayrılırlar (Bill Gates ya da Steve Jobs örneği). Bunlar başarılı olurlarsa dünya çapında iş adamlarına dönüşürler, çok değil bir on yıl içinde üniversitelerine konuşma yapmak için çağrılırlar. Ancak kırmızı çizginin ötesine geçmişler, merakı ticarileştirmişlerdir. Ağızlarıyla kuş da tutsalar akademiye özgü Nobel benzeri ödülleri alamazlar, ama “ödül verenlere” dönüşürler. Onlar bir bakıma artık sistemin yapıtaşıdır (Word programı Microsoft’un sahibi Bill Gates adını otomatik tanıyıp düzeltir, ama Steve Jobs’u tanımaz, seçiciliğin nedeni bellidir).
Öğretilerin paradigma değişiklikleri bambaşka alanlardan çıkar
Akademi hiyerarşik yükseltme sistemi (jürilerin oluşturulması ve unvan verilmesi) kendi içinde birbirine zorunlu bağlı bir dinamik yaratır. Bu dinamikte üstte yer alanların varlığını sürdürebilmesi, alttakilerin biati ve hep birlikte üzerinde bulunulan öğreti platformunu (altlarına serili kırmızı halı) sarsmamalarına bağlıdır. Hatta jürilerin tek kriteri adayın bilimsel yeterliliği de değildir, akla gelmeyecek bambaşka etkenler jüri oluşturulması ve kararlarında rol oynar (dünya görüşü, ahbap çavuş ilişkisi vb.). Dolaysısıyla bilimde ve hatta sosyolojide (siyasette) paradigma değişiklikleri kütlenin kendi içinden değil, başka alanlardan çıkar. Bir kere kurulmuş ve kurallara bağlanmış ana kütle ister istemez tutucu bir kimlik benimser. Yenilik ya da farklı düşünme arayışı yoktur, endüstrinin yönlendirdiği ana akıma uyar, bu hem “kabul görmüş”, hem de “kendi konumunu sağlamlaştıran” en güvenli yaklaşımdır; “duvar örülmeli, kapı tutulmalıdır”.
“Herkesin kendi faaliyet ya da diploma alanında konuşması” (diploma sallama) mantığı toplumun “paradigmanın değişmesinden çekinen”, karşı donanımı ve yanıtı olmayan her kesimde bir saplantı olarak mevcuttur. Dolayısıyla doktorun yiyecek konusunda beyanat vermesi bir kesim tarafından nasıl eleştirilirse, bilim ya da yargı, başka camiaların siyasi bir açıklama yapması da siyasetçiler tarafından eleştirilir. Eleştiriyi getirenler “herkesin yemeğe tabi olduğu” ya da “aynı ülkenin koşullarında yaşandığı” gibi bir algıdan yoksundur.
Çözüm duvarların ortadan kaldırılmasıdır
Dolayısıyla gençlik dönemlerinde umut vaat ettiği düşünülen parlak bilim insanları, sorgulama özelliklerini yitirdiklerinde zaman içinde tutucu hale gelirler. Ama daha kötüsü, bu camia orta öğretim müfredatının da hazırlanmasına katkıda bulunur. Yenilikçi düşünce en çok gençlerde ya da onlara sunulan imkanlardan feragat edenlerde bulunmaktadır, standardın tekrarı, yöntem değişse bile (yani bilgisayarlar, akıllı tahtalar vb.) yeni bir düşüncenin filizlenmesine olanak tanımaz, aslında “toprak değiştirilmelidir”. İşte özellikle gençlerin ya da fikren genç olanların The Wall’da anlatılan “öğretmenlerin duvardaki bir tuğladan farklı olmadığı” düşüncesi buna dayalıdır. Öğretmen duvarın parçası olmamalı, bilakis duvarları kaldırmaya çalışmalıdır.