“Bir yaz gecesi kabusu karabasana dönüşür mü?” başlıklı yazıya yapılan yorumlar için teşekkür ederim. Bu olabildiğince kısa yazı eleştiri içeren ilk yoruma yanıt ve bugünkü durumun değerlendirmesi amacıyla yazılmıştır:
Benim konumum ne yazık ki düşünüldüğü kadar “rahat” değildir. Birinci yükümlülüğüm Devlet’e bağlılıktır, ama işim vatandaşın sağlığını korumak ve onları bilgilendirmektir. Bu yükümlülük gereği hiçbir şeyden yüksünmeden ve hiç kimseyi ayırmadan çalışırım. Lakin hangi cüretle ortaya çıktığı bilinmez, bir meczup örgütün darbe girişiminin yarattığı infial maalesef amaçlanan galeyanı yaratmış görünmektedir. Bu ruh hali adaletle sonlandırılmazsa altından yıllarca kalkılamayacak sıkıntılar doğurur, ilk meyvesi de “kurunun yanında yaşın da yanması” olmuştur. Örneğin Antalya’da bir lisenin sadece bulunduğu caddeye binaen aldığı ad nedeniyle kapatıldığı iki gün sonra anlaşılmış, hatadan geri dönülmüştür. Çok fazla üniversite, okul ve sağlık kuruluşu da aslında paralel yapı ya da cemaatiyle bilinen ilişkileri dikkate alınarak kapatılmıştır. Oysa bunların yönetimlerinin değiştirilmesi bile kontrol altına alınmaları için yeterlidir.
Cemaat detayları giderek açıklığa kavuşan mevcut yapılanmasına dünden bugüne erişmemiştir, çok değil birkaç yıl öncesine kadar methiyeler düzülmüş, kollanmış, ayyuka çıkan merkezi sistem sınav usulsüzlükleri bile “biz kefiliz” denerek kapatılmıştır. Böyle bakıldığında yapılanmalarıyla şahsım da dahil bir şekilde ilişkilendirilemeyecek kimse kalmamış görünmektedir. Örneğin gözaltına alınan bir yüksek makamlı devlet memuru ile bir tesis açılışı vesilesiyle aynı masada yan yana yemek yemişliğim vardır, dikkatimi çeken tek özelliği konumunun gerektirdiği ağırlığı taşımadığı olmuştur. Bugün suçlanan akademisyenler dahil kadrolu personeli biz atamadığımıza göre kimsenin “pardon bilmiyorduk” demek hakkı yoktur.
Aynı durum ordu için de geçerlidir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde mevcut yapılanmayla ilişkili herkesin uzaklaştırılması mutlak zorunluluktur. Ancak bu askeri okulların ya da kışlaların kapatılması sonucunu doğurmaz; ordu başkadır, içindeki cemaat yapılanması başkadır. Bu ordu ve öğrencileri de bizim çocuklarımızdır, hayatlarının bundan sonrasını mimlenmiş geçirmeleri hakkaniyetle bağdaşmaz, titizlikle soruşturulur ve gereği yapılır. Nitekim ordu içinde darbe teşebbüsünde bulunan, yaverinden komutanına kim varsa onlar da aynı yöntemle yükseltilmiş ya da atanmışlardır, kimse “pardon bilmiyorduk” diyemez.
Olağanüstü hal (OHAL) zorunluluk görüldüyse elbette uygulanır. Ancak OHAL’i fırsat bilerek Meclis ve Cumhurbaşkanı onayı zorunlu kararları alelacele işleme sokmayı gerektirecek bir durum da yoktur. Cumhurbaşkanı Başkumandan’dır, ordusunun ve yetişmekte olan henüz öğrenci neferlerinin haksızlığa uğramasına göz yummamalıdır. Başkumandan’ın öncelikli görevi cumhur adına ordunun da dirliğini korumaktır. Nitekim sorun olduğu düşünülen her şeyden “kapatarak” kurtulmak bir zamanlar siyasetin de başına gelmiş ve tarafımdan naçizane aynı eleştiriyle karşılanmıştır (dikkatli okuyunuz, 10 Haziran 2008’de yayınlanmıştır: http://yavuzdizdar.com/ayca-oldu-akp-iste-o-yuzden-kapatilmamali/ , aşağıda aynen veriyorum, Ayça’nın simgelediği kavram benim bağlı olduğum bütünlüktür).
Ve son olarak, ordu ayrı bir disiplindir, doktrin üzerine kuruludur. Bu doktrin “ülkenin bölünmez bütünlüğü, devletin kurucu ilkelerine sonsuz bağlılık ve gerekirse ölmektir”. Doktrin yaşa tabidir, kusursuz biçimde kazandırılabilmesi için “üniversiteye giriş yaşı” çok geçtir. Zira ordu mensubu önce asker, sonra vatandaş, ana, baba ya da diğerleridir. Ordu iktisadi kamu teşekkülü değildir. Cumhurbaşkanı OHAL kararlarını değil, Başkumandan’ı olduğu ordunun şerefini dikkate almak zorundadır, ordu ve okulları onun sorumluluğundadır.
Ayça öldü, AKP işte o yüzden kapatılmamalı
Telefon geldi, dediler ki Ayça ölmüş. Bir akşam vakti banyodan çıkarken kaymış düşmüş yüz kiloluk bedeni. Geride kalan birkaç eşya ve dört kedi. Ayça’yı altı gün sonra bulmuşlar, acaba Ayça kedilerine en son ne dedi? Özetle elli yaşında ve yüz kiloluk yaşam, kendini adamışken kedilerine bir akşam son buldu. Ve muhtemelen de düşünmüştür “ben ölünce bunlar ne yer” diye. Zaten cevap da işte buydu. Kediler, sarman, kara, tekir ve bodur, aç kalınca onu da mı yerler, açlık varsa çare yok, zaten ananın vasfı da budur.
Devlet gibi kadındı Ayça kediler için, kendini adamıştı. Akşam vakti geç ve yorgun gelip de evine, kedileri kapıda karşıladığında her şeyi unuturdu. Ve kedileri gerçekten severdi onu, kediler millet gibidir, kediler gerçeğin aynası, yaşamın ruhu. Oysa devlet banyoda yığılmıştı, kaymıştı ayağı yıkanayım derken, yüzü fayansa yapışmıştı. Kapatmazdı da Ayça banyonun kapısını, zira devletti, Ayça, hiç kimseye kapatmazdı kapısını, kediler Ayça için milletti. Bilirdi, bedeni kediler için en az beş günlük erzaktı, zaten dar gelirdi ruhuna o geniş beden, Ayça en çok bu yüzden devlet gibi kadındı.
Muhtemelen toplanmışlardır başında sürterek başlarını, yalamışlardır tos vurup sevgiyle saçlarını ve hala uyanmayınca yakarmışlardır “kalk” diye. Belki de kaçmışlardır, ölü bedende sevgi kalmaz, korkmuşlardır. Neyse ki mama kabı dolu, yaş, kuru ve yeterince su, uzakta durup öyle bakmışlardır. Çünkü anlamışlardır, annesiz bir yaşama süpürülecek kediler, evsiz ve sahipsiz, sokağı bilmeyen yetim çocuklardır.
Ayça, varlığını kedilere sunan, ölüp de altı gün sonra bulunan kadın, işe vatanı o küçük evdi. Yıllar önce “bir yere gitmen gerekirse kedine ben bakarım” demişti. O gitti, kedilerini ben aldım. Çünkü biliyorum, kediler sevgi, kediler bir o kadar da uzak. Kediler besledikçe sevgili, ama aç kalınca belki de tuzak.
Devlet gibi kadındı Ayça, banyoda kaydı. Ve millet gibidir AKP, işte o yüzden kapatılmamalı.
Not: Ayça Telırmak, İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçısıydı. Onu hep sevgiyle hatırlayacağım.
(10.6.2008)