Uygarlığın ne olduğu bilmecesinden daha önce de söz etmiş, bunun kriterinin sanıldığı gibi teknoloji ya da otomasyon olamayacağını, ama sabah karşılaştığınız birine “günaydın” demeyi bilmenin, girdiğiniz mekandakileri selamlamanın, iyiliği, mutluluğu ya da üzüntüyü paylaşmanın uygarlık olduğundan dem vurmuştuk. Hatta işi daha başka bir örnekle sonlandırmış, “uygarlık hiç yol olmayan yerde açılan patikalardan fazlası değildir, lakin bunlar ileride girmeniz / geçmeniz mümkün olmayan otobana da dönüşebilir” demiştik. Dolayısıyla “uygarlık aslında o güne kadar düzenlenmesi gerekmemiş bir konuyla ilgili davranış ve yöntemler manzumesidir” dersek çok yanlış bir yoruma gitmemiş oluruz.
Bir ailenin yaşadığı bir evde usullerin ne olduğu aslında o hanenin kurucuları tarafından konulmuştur, ne var ki ortam kalabalıklaşıp başkaları da eklendiğinde bu kez herkesin hemfikir olduğu, hemfikir olmasa da uyması gereken yöntemler dizisi ortaya çıkar. Bu yöntemler dizini kurallara dönüştüğünde çoğunluk tarafından kabul edilmiş olanı ifade eder, buna da yasa adı verilir. Yasaları düzenleyen yasa ise anayasa olarak adlandırılır. Dolayısıyla uygarlık yol, yöntem ve bunların layıkıyla uygulanıp uygulanmadığı çerçevesinde belirlenir. Hiç yasa olmayan bir alan da mutluluk, neşe ya da zenginlik kaynağı olabilir, ama bunların ilelebet korunabileceğinin güvencesini vermez, dolaysıyla risk oluşturur. Yasanın doğru kurulması, düzenli uygulanması ise olağanüstü bir refahı güvenceye alamasa bile, huzuru beraberinde getirir. Kavram sadece beşeri alanı düzenleyen hukuk sistemleri için değil, din merkezli hukuk sistemleri için de aynen geçerlidir.
Müziğin anayasası zaten mevcuttur, bestekar bunu kullanır
Uygarlık, yol, yöntem, yasa gibi kavramları müziğe de aktarabilirsiniz. Orkestralar aslında bunun klasik örneğidir. Kimin nerede ve neyi söylemesi gerektiği “anayasaya karşılık gelen” kuralları eserinde uygulayan besteci tarafından bildirilir (kurallar zaten mevcuttur, besteci bunları ifade etmek istediği duyguya uygular). Eserin aksamadan icrası, ahengi ve yorumu ise şef tarafından gerçekleştirilir. Ne var ki uygarlık kavramının içinde kolay tanımlanamayan ve dolayısıyla konumlandırılamayan unsurlar da söz konusudur, bunu aslında büyüklükten çok “derinlikle” nitelendirmek daha doğru görünmektedir. Yine müzik alanından örnek verelim, bir müzik eserinin başarısı (sözleri de içinden çıkarırsanız) sözün ifade edemeyeceğini aktarabilmesiyle belirlenir.
Bu kavramın bugünün dünyasında da karşılığı vardır, doğrudan duygulara (gönle) hitap eden sözsüz müzik bestelemek çok zordur. Klasik Batı müziği bu zorluğun üstesinden “farklı tonlarda ses veren enstrümanlar için yazılmış eserlerle” gelir. Flüt, fagot gibi üflemeli müzik aletlerinin tınısı kıymeti kendinden menkul doğa seslerini ortaya çıkarır, bu lirle, arpla tamamlanır. İşin içine daha insana yakın ses unsuru girmesi istendiğinde keman, viyola ya da piyano ana melodiyi söyler. Coşku ve gerilim trompet, trombon ya da obuayla, hükümranlık ve ilahiyat kavramı ise davulla aktarılır, davul dolayısıyla ritmi de sunar. Bu yakıştırmalarımızın “bestekarlık, orkestrasyon” karşılığını bilmiyoruz, daha çok edinilmiş kanaatin aktarılmasıdır (ancak yakıştırmaların doğal uygulamalarına baktığınızda, mehter müziğinin de mantık olarak aynı yolu izlediğini görürüz). Müziğin yasası da budur, flütle coşku veremezsiniz, davul da hüznü yaratamaz, yani anayasa zaten kendiliğinden mevcuttur.
Kurallar belli olsa bile ruha sızan müzik oluşturmak ayrı beceridir
Ne var ki eserin başarısı, yani duyguyu ifade etme ya da dinleyendeki mevcudu uyandırmadaki gücü müzik tarihi incelendiğinde her zaman aynı seviyeyi tutturamaz. Bizim bugün “klasik” olarak adlandırdığımız eserlerin çoğu belli bir zaman kesitinde yazılabilmiş, sonrasında yenileri gerçekleşememiştir. Oysa gerek teknoloji, gerekse olanaklar açısından olağanüstü bir ilerleme söz konusudur. Bugün isteyen herkes sadece cep telefonu aracılığıyla bile o müziğe erişebilir, ama yenisini yazamaz. Bu kısırlığın olası birden fazla açıklaması söz konusudur:
- Ya insanlar bütün modern olanaklara rağmen eskisi kadar duygulu olamamaktadır, ortalama dinleyicinin talebi duyguya prim vermemektedir. Bir başka deyişle gelişen yaşam standartları duygularla tahterevalli oynamaktadır, standart arttıkça, duygu aşağı çekilmektedir.
- Ya da piyasa koşulları duygulu ve kalıcı olana müsaade etmemekte, bilakis mevsimlik eserleri ön plana çıkartmaktadır (bu bir sohbet şansımızda Özdemir Erdoğan’ın açıklamasıdır, “modern yaşam kalıcı olanı değil, ritmik, tekrarlayıcı, ama özellikle de tüketilebilir olanı istemektedir”).