İnsanın içine doğulan alanı anlamlandırma sorunu sadece tıp gibi bilimlere özgü değildir. İçinde yaşanılan, yani birileri tarafından eski bir zamanda yapılan binalar ve elbette şehirler de aynı sorunla karşı karşıyadır. Kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için Beyazıt Kulesi örneğine geri döneceğiz. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin duvar sınırları içerisinden kalan Beyazıt Kulesi Osmanlı’nın başlıca mimar ailesi Balyanlar’dan, Senekerim Balyan tarafından 1826’da yapılmıştır ve bilinen tek eseridir. Biz her ne kadar Kule’yi yangın gözetleme kulesi olarak bilsek de, yanına gidip baktığınızda bir yangın gözetleme kulesi olarak fazla ihtişamlı göründüğü açıktır. Yangın gözetleme mantığından devam edersek, hemen yanındaki Süleymaniye Camii’nin minareleri Kule’den daha alçak olmadığı gibi, şehrin bu tarafını aynı açıklıkla görecek Galata Kulesi de mevcuttur. Nitekim Galata Kulesi yangın gözetleme amacıyla kullanılmıştır. İşte anlamlandırma sorunu tam bu noktada ortaya çıkar; “yanığını gözetlemek için zaten bu kadar yüksek yer varken, Beyazıt Kulesi’ne neden ihtiyaç duyulmuştur?”
Söylence ve esas amaç tamamen farklı olabilir
Bu sorunun pek çok cevabı olabilir. Kule yangın gözetlemek için değil, bambaşka amaçlarla inşa edilmiştir. Nitekim yapımındaki orijinal halinde tepesi bir külah taşır, yani aslında minare özelliği gösterir (Oysa beri yandan bugün külahlı olan Galata Kulesi yapımında külahlı değildir). Kule’nin bulunduğu alanın Serasker (Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı) olması nedeniyle minare biçimindeki bir Kule açık alanda ibadet olasılığını akla getirir. Ama yapım zamanının Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına karşılık gelmesi (orijinal ahşap kule Yeniçeri isyanı sırasından yakılmıştır), Kule’nin isyanın bastırılmasının sembolü olarak yaptırılmış olmasını, hatta anıt mezar olabileceğini de akla getirir.
Bugüne geldiğimizde, yapım nedeni ne olursa “Kule vardır”, biri bir zamanlar yangın gözlem kulesi olarak adlandırdığından mevcut tarih anlatısında bu şekilde geçer. Kulenin yapıldığı zamandan günümüze işin aslını bilen kimse de kalamayacağında göre söylem “değişmez” özellik kazanır. Kayıt sistemleri elbette Osmanlı’da ciddi bir derinlik içerir, ama bu kayıtlar amacı söylemez; kim tarafından ve hangi maiyetlerle yapıldığı gibi detayları barındırır (ki Kule için bunlar da yoktur). Genel geçer söylemin sorgulanması ancak Kule’nin yanına gidip, içine girip, üzerindeki kitabeyi okursanız mümkündür. Nitekim kitabe “dileriz bir daha açılması gerekmez” sözüyle sonlanır ki, bu da yangın kulesi mantığına aykırıdır, zira gözlem kuleleri hep açık olmak zorundadır.
Ezelde kalmış tarih sorunu
Bu örnekten anlaşılacağı üzere, insan zamanın akıp geçmesi nedeniyle kendi yaptığı binalara bile aslında yabancılaşır. Bir süre sonra kule, bina ya da alan artık mevcut bir duruma indirgenir. Oysa her şeyin bir nedeni, bir başlangıcı ve hissedemediğimiz sonrası vardır. Peki, kayıtların yetersiz olduğu bu durumda “ezelde kalmış tarih” sonraki meraklılar tarafından nasıl anlamlandırılacaktır? Bu merak ve çaba arkeoloji olarak adlandırılan bilim alanını ortaya çıkarır. Arkeolog eskiden kalma bir buluntuyu inceler, alanı dikkatle eşeler, bu toprağı küreyerek bile değil, çoğu zaman alttaki olası buluntu zedelenmesin diye fırçalayarak yapılır; yani son derece zahmetli ve maliyetlidir. Buluntu aşama aşama gün yüzüne çıkartılır ve sonrasında varsayımlar devreye girer.
Peki sadece ortamı inceleyerek, yani mevcuda ve eski haritalara bakarak anlamlandırma mümkün müdür? Buradan devam edeceğiz.