Zenginlik ve fakirlik ikilemi aslında hürriyet ve tutsaklık arasında da bir yere kadar vardır. İnsan hürriyeti aklında yaşar, mutlak hürriyet, her şeyi yapabilme olasılığı gerçekte bulunmaz. Bu kısıtlılığın nedeni, herkesin bildiği gibi, hürriyetin başkalarının hürriyeti ile sınırlı olması değildir. İnsan hür olduğunu varsaymak ister, oysa sahip olduğu hürriyet alanının sadece küçük bir kısmını kullanır. Örneğin köyde yaşayanlar şehrin sunduğu olanakların arayışındadır, şehir çok çeşitli kültürel seçenekler, farklı kazanç olanakları sunar görünür. Köyde yaşayanın bu noktadaki hürriyeti şehre yerleşmesi değil, yerleşebilme olasılığını aklında taşımasıdır. Benzer paradoks şehirde olanlar için de geçerlidir; onlar da kırsalda olmanın doğallığının, şehrin kaçınılmaz keşmekeşinden uzaklaşmanın özlemini duyarlar. Hani ”kendi bahçesini ekip dikmek, daha dingin, acelesiz bir yaşam koşulları” şeklinde dile getirilen özlem giderek artar. Şehirlinin hürriyeti de bir gün kırsala yerleşebilme olasılığıdır, nadiren gerçekleşse de akıldaki hürriyetin bir parçasıdır.
Hürriyet akılda bir kabullenme olarak yaşanır
Gelin görün ki iş uygulamaya gelince hiç de öyle olmaz. Şehirli bulunduğu mekanın olanaklarından neredeyse hiç yararlanmaz, tiyatro, sinema, konser, müze olasılıkları hep vardır, lakin asla kullanılmaz. Kırsalda olan yaşamını çok daha rahat koşullarda sürdürse bile o da bunun ayrıcalığını fark etmez, şehirli için bir mite dönüşen bağ bahçe sahibi olmak, köydeki için her gün ve düzenli yaşanması gereken zorunluluklardır. Nitekim küçük bir market açıldığında bile, birkaç tavuktan kolaylıkla ve zahmetsizce alabileceği yumurtanın hazır satın alınması, aslında bunu yapmanın fiziksel zorluğu değil, şehirli gibi davranmanın ifade biçimidir.
Aslında her iki örnek de hürriyeti kapsar, ama akılda ifade bulan, belki cesaret edilemeyen, ama sahip olunması durumunda da kullanılmayan hürriyetler söz konusudur. Bu hepimizin, hatta dünyanın da geniş ölçüde yaşadığı sokağa çıkma yasağı için de geçerlidir. İnsan sokağa çıkma yasağı olmamasına rağmen zaten çıkmıyor olsa bile kendini hür hisseder, “vaktim olsa da yapsam” diye aklından geçirdiği evde yapılabilecek bütün işleri kolaylıkla yapar. Oysa zaten çıkılmayan sokağa gelen yasak, evde geçirilen sürede bir iş ya da ürünle sonuçlanmadığı gibi, kısıtlamanın gerçek olması sıkıntıdan boğulabilecek aşamaya varır, zira insan bu durumda artık aklında tutsaktır.
Mesele olasılığın var olduğunun bilinmesidir
Görünen o ki, hürriyet yapma değil “yapabilme”, gitme değil “gidebilme”, seçme değil “seçebilme” gibi aslında hiç olunmayan durumların akılda olasılık olarak tutulabilmesidir. Bu olasılık var olduğu sürece hiç kullanılmasa bile insan kendini hür hisseder. Ama olasılık gerçekten ortadan kalktığında insan artık tutsaktır, bilinç düzeyinde var olan bu kısıtlılık hali yapabileceklerinin bütünün etkiler, daha doğrusu insanı köreltir.
Bizim yaşadığımız toplum asgari gereksinimlerin karşılanması durumunda gönüllü tutsaklık düşüncesini kabul etmiş görünmemektedir, en azından bu sokağa çıkma yasaklarının oluşturduğu psikolojik tablo herkeste benzer duygular ortaya çıkarttı. Oysa daha doğuya kayıldığında kolay kabullenme eğilimi ağır basar. Geleceğe yönelik beklenti, yani filmin yarısında çıkabilme anlaşılan ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişkenlik gösterir. Nitekim hayattan neler bekleyebileceğimiz bize yaşadığımız toplumun normlarıyla aktarılır. Olanın ötesinde bir beklenti yoksa insanın hürriyet algısı, etikle sınırlı hale gelir. Bu bizim için kabullenmesi zor bile olsa, sürdürülmesi daha rahat bir yaşam biçimidir.