Geçen hafta sözünü ettiğimiz “hakimiyet kurma” düşüncesi aslında doğanın insan dışındaki alanlarında da geçerlidir. Deniz kara ile, fauna flora ile itişmesini her zaman sürdürür. Bütün dünyanın cennete dönüşmesi nasıl mümkün olamazsa, hayvanlar aleminin de en güçlü olduğu kabul edilen aslandan ibaret kalması olanaksızdır. Her şeyin varlığı, bir diğerinin de var olmasıyla ilişkilidir. Kadim bilgi bunu kurtla kuzu ikilemi gibi zıtların birlikteliği olarak betimler. Nitekim ikilem manyetizmanın kutupları için de geçerlidir, birinin var olması diğerinin de var olmasını sağlar. Eğer birliktelik denge haline erişirse bundan başlangıçta karşılıklı fayda (simbiyoz) çıkar. Permakültür simbiyozun varlığını korur, ama ortaya çıkarttığı sinerji sistemin bütünü için geliştirici özellik katar. Nitekim yaşamın doğal seyrinde de rekabet vardır, ama bu rekabeti savaş senaryosuna çevirmeyi başaran insan dışında başka canlı yoktur. Bu nedenle tarih barış dönemlerinin dinginliğinden ziyade savaş dönemlerinin rekabetçiliğinden beslenir.
Savaşın nedeni ya aşırı refah ya da iç politika bunalımıdır
Savaş aslında Habil ve Kabil zamanından beri mevcut görünmektedir. Olası en geçerli çatışma gerekçesi “artan nüfus nedeniyle karın doyurmak için fazladan toprak edinmek” gibi görünse de, açlık hiçbir zaman savaş nedeni olmamıştır. Savaş bilakis artan refahın genleşme arzusu ya da iyi gitmeyen işlerin mazereti olarak ortaya çıkar. Geçmişten açık kalan hesaplar ya da kara kaplı deftere yazılmış haksızlıklar bile savaş dinamiğini başlatmaya yetmez, sadece yönlendirici ek dürtü sağlar. Uluslararası ortamda dostlukların değil işbirliklerinin geçerli olacağı düşüncesi de dışişlerinin genel kuralıdır. Soydaşlık ya da din kardeşliği gibi kutsallık atfedilen dürtüler savaş dinamiğini sağlayacak kuvveti yoğunlaştırabilir, ama tek başına başlatıcı unsur olmaz. Buna karşılık savaşlar her nasıl olursa olsun başlarlar, soğuk döneme girerler ya da ara verirler; yeni denge hali, yani sınırların değişmesi harita çizicilerin sorunudur. Hiçbir savaşın gerçek galibi olmaz, sadece bir sonrakine zemin hazırlar; katılanların maruz kaldığı can kaybı da demografi ile uğraşanların sorunu olarak kalır.
Ama mesele aşk olduğunda din de yetersiz kalır
Çok değil, yaklaşık beş yüz yıl önce, dünyanın geri kalanının keşfine dek, mevcut coğrafya aslında Avrasya’dır. Denizcilikte sınırlar bellidir, düz dünya modelinde denizin sonunun açıklanması bile başlı başına felsefi sorundur. Oysa keşifler başlayıp da başka diyarların var olduğu anlaşıldığında (bizim de etkisinde kaldığımız) yayılmacılık modeli mazeretini genellikle dinden alır. Bu durumda “o bölgelerde yaşayanların ıslahı ve dine döndürülmeleri” esas alınır, mevcudun “putperest vahşiler olarak betimlenmeleri” bu fetvanın doğal sonucudur. İmparatorlukların dini benimsemeleri bu nedenle çok kullanışlıdır. Tarihte hiçbir soy (boy, klan ya da aşiret) tek başına nüfus çoğunluğu oluşturamaz, ama sınır büyütmede aynı dine mensup olmanın işlevselliği “hemşerim nerelisin?” yaklaşımından kat be kat üstündür (Haçlı Seferleri de bunu anlatır). Rakamsal değer olarak en büyük kütleyi oluşturan metropoller bile kendi içinde kozmopolittir. Birkaç yüz yıl içinde o şehrin gerçek yerlileri nüfusun yüzde biri bile etmeyecek kadar azaldığından, bugün nasıl “İstanbulluluk” ortadan kalktıysa, aynı coğrafyadan olmak din bağından daha kullanışlı olamaz. Ne var ki küresel güç dengesini elinde tutmak isteyenler bile gönül ilişkileri nedeniyle gün gelip aforoz edilmeyi göze alabilirler. Üstelik hayat savaşla geçemez, silahlı çatışma şeklinde savaş zaman zaman döngüyü hızlandırır, kartların dağılımını değiştirir. Oysa aforoz edilmiş olmak dinle tutturulmuş dünya mozaiğinde bambaşka bir yol izlemeyi gerektirir, ticaretle yayılmanın temeli tam da bu noktada atılmış görünmektedir.