Geçen hafta benim de yeni öğrendiğim ve şaşırarak aktardığım Memorial Sloan Kettering Hastanesi (MSK), hayırsever özel müteşebbislerin kurduğu bir sistemler bütünüdür. Günümüzde milyarlarca dolarlık bütçesi olan bu sistemle olan kesişmem New York merkezli bir rastlantıdır. Nitekim orada bilimsel anlamda, o zamanın Türkiye koşullarında burada öğrenebileceklerimden fazlasını öğrenmedim. Zaman kısaydı, belki de ben henüz öğrenebilecek donanımda değildim. Ama dünyanın en iyilerinden, Amerika’nın da ilk ikisinden biri olan hastanenin esas bilimsel işleyiş biçimi fazlasıyla öğretici oldu, değerlendirmesini ise yakın zamanda yapabildim.
Otuz yıl öncesinin MSK’i bizim teknolojik imkanlarımıza benzer, ama miktar olarak elbette fazlasını barındırıyordu. Bugün ticarileşen doz planlama programları o hastanenin bilişim departmanlarında çoktan yazılmaya başlanmıştı. Radyasyon uygulanırken biz ciltteki işaretler üzerinden uygun alanı belirleriz, ama verilen ışının derin dokulara etkisi ayrı bir hesap konusudur. Bizde o yıllarda bu işlem çok seyrek, ancak çok gereken hastalarda ve kısmen yapılabilirken, hastanenin kendine ait bir yazılım departmanı bulunması ilgi çekiciydi. Karışıklık olması diye her hastaya özel bir kart veriliyor, cihaz o kart yuvasına takılmadan tedavi sistemi çalışmıyordu.
Yüksek bilimsel ilgi, çok yüksek çalışma disiplini
Bilgiye erişimin bizden çok daha üstün olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Otuz yıl önce bilgiye erişim Amerika’da da basılı yayınların kütüphaneden çıkarılıp kopyalarının alınması biçimindeydi. Hastane binasının hemen karşısında yer alan Cornell Üniversitesi Kütüphanesi dergilerin çoğuna aboneydi. Listeyi verdiğinizde önünüze gelen nüshaların fotokopilerini çekmek sizin sorumluluğunuzdu. Biz ise bir kaç ana dergiye üyeydik, ama kaçımız okuyordu derseniz bu tamamen tartışmalıdır.
Şimdi gelelim MSK ve bizim genelimizin ağır farkına. Orada da bizdeki gibi bilimsel toplantılar yapılıyordu, ancak bir öğle arasında bile en az iki paralel yürüyen toplantı, yanında kek ve kahve de olsa dolu salonlar, onların bilimsel ilgisinin bizde çok daha yüksek olduğunun açık deliliydi. Bizim asistan eğitimimiz gibi sabah toplantıları onlarda da vardı, ama toplantı 07.00’de başlıyordu. Toplantı odasının kapısında kahve ve açma benzeri bagel ile krem peynir hazırdı. Lakin ağır fark toplantının erken başlaması da değil, asistanların makaleyi önceden okuyup hatmetmiş olmalarıydı.
Mesele çalışmanın üstünlüğü, gerisi hikaye
O zamanlar genç bir doçent olan, sonra ana kitaplardan birisinin editörü haline gelen, lakin genç yaşında kalp krizinden kaybedilen Steven A. Leibel konuşmaya doğrudan makaleye ilişkin sorular sorarak başlıyordu: “Söyle bakalım hasta seçimi doğru mu?” “Söyle bakalım istatistik yöntem uygun mu?” Bana sorsa çuvallayacağım aşikardı, dili bile kısmen anlıyordum. Ama yirmi asistanın hepsi çatır çatır cevap verirken, birinin “ben okuyamadım” dediğinde düştüğü durum en çok bana ders oldu.
Sonuçta “öyle bilim, şöyle bilim, yok Amerikan kapitalizmi” bunlar ayrı konular… Sistem çok disiplinli çalışıyordu, bu disiplinli çalışma karşısında zeki ama tembel bireylerin pek karşı durma olasılığı yoktu.
Peki hiç mi eksikleri yoktu? Bu konu da haftaya kalsın