Geçen hafta tesettür konusunda kantarın topuzunun nasıl kaçtığından bahsetmiştik. Olayları bizim de yaşadığımız üniversite döneminden alarak aktaralım. Bundan en az kırk yıl önce, bizim liseden üniversiteye geçiş dönemimizde, tesettür sorunu olduğuna dair bir algımız bile yoktu. Okuduğumuz ortamda kapalı arkadaşlarımız vardı, ama kapalılıkları ne dikkat çekiyor ne de bir teşkil ediyordu. Derken bir düzenlemeyle okul ortamında başlarının kapalı olamayacağı deklare edildi ve durum “türban üzeri peruk” biçimine döndü. Biz hala bu gereksiz yaptırımın çok sayıda arkadaşımızı mağdur ettiğinin ve hatta okulu bırakmasına neden olduğunun farkında değildik. Beri yandan başka başka kaynaklar “tesettüre girene maaş bağlanıyor” cinsinden ithamlarda bulunuyorlardı.
Köprünün altından çok sular aktı, o zaman algımıza erişemeyen tesettür sorunu aşıldı, tam hürriyet elde edildi. Bugün çoğumuz (ama hepimiz değil) başı kapalı diye bir diğerini başkalaştırmıyor, hakir görmüyoruz. Devletin bütün mertebelerinde türbanlı ya da tesettürlü kadınlar mevki kazandılar, hepsinin bir ilki oldu, durum kanıksandı.
Sorun türbanda değil, değişmesi mümkün olmayan algıda
Ama peki sonra ne oldu, eğri otursak da doğru konuşalım, türban bu kez bir yaptırım biçimine dönüştü. Devletle iş yapanların ihale alabilmeleri için eşlerinin kapalı olması, kadının işe girmesi için kapanması gibi bir yaklaşım ortaya çıktı. İnsanların kıyafet özgürlüğü teslim edildi, ama kapalılık bu kez ilk ve ortaokul dönemi için de tartışılır hale geldi. Muhafazakar görüşü olan hocalar türbanlıları kollamaya başladı, otuz yıl bu kadrolaşma için fazlasıyla yeterli oldu.
Beri yandan bambaşka bir şey oldu, kılık kıyafette inanç özgürlüğü resmen yerleşse de kavram amacından esnedi, türbanın da tesettürün de modası doğdu, aslında kıstas zarafet olduğunda layıkıyla yerini buldu. Ama bir nokta hiçbir zaman aşılamadı; muhafazakar yaşam biçimini savunanlar bile özellikle “müşteri temsilciliği” denebilecek “ön büro (front desk)” noktalarda tesettürlü çalışan istemedi. “Türban için resmi ya da sosyal pek çok alana evet, ama belli noktalarda yapacak bir şey yok” şeklindeki bu durum ne içtihat kapısından geçebiliyor ne de karşılıklı anlayışla aşılabiliyor.
Sessizce büyüyen sürtünme katsayısı
İşte kızılcık şerbeti de bu şekilde kaynamaya başladı. Taraflar ya da bitaraflar karşılıklı saygı taşır gibi görünseler de içlerindeki başkalaştırma engelini aşamadılar. Toplum daha homojen görünse de sürtünmenin getirdiği iç gerilim şiddetlendi. İkbal bekleyenler dünya görüşleriyle alakalı olmasa da “-mış gibi” yapmaya başladılar. Alkol nasıl turnusol kağıdı özelliği gösteriyorsa, bu kez de erkekler için cuma namazında görünmek gibi bir değerlendirme kriteri doğdu. Sözüm ona birbirlerini başkalaştırmayanlar, kendi içlerinde saflarını sıklaştırdılar.
O halde sorun ne dinde ne yaşam biçimi tercihinde, sorun doğrudan insanlardadır. Bu durum fıkıh ehlinde de, inançsız olanlarda da aynı biçimde tezahür eder. Bir noktadan sonra konunun öğretiyle alakası kalmaz. Kişinin düşünme ve inancına uygun yaşama özgürlüğü hem dinde hem de laiklikte esastır. Ama gücü ele geçiren nasıl “kol kırılır yen içinde kalır” söyleminden vazgeçemiyorsa, insana dair olanı kavramakta hala zorlanıyor.