Kızılcık şerbeti (III): Zeytinyağı ve limon durumu

Toplumun dünya görüşü konusunda nasıl kutuplaştırılmaya çalışıldığını, yani aslında Allah ve kul arasında kalması gereken ilişkinin günlük yaşamın bir gösterisi haline getirilerek doğrudan ya da dolaylı menfaate alet edildiğini geçen haftalarda anlatmaya çalıştım. Bu tartışmadaki en sıkıntılı noktalardan biri de İslam’ın fikir öncüsü durumundaki kişilerin kendilerini fetva tuzağına kaptırmalarıdır. Topluma sürekli kanaatkar olmayı, israftan kaçınmayı ya da dinin kurallarına uymayı öğütlerken, sıra kendilerine gelince farklı davrananlara elbette benim diyebileceğim bir şey yok; vargım kafamda kalır, ama söylemek haddime düşmez.

Ne var ki bir grup daha var ki, onlar da öyle ya da böyle, takiye ya da değil, önerilene uygun olanları kendi içlerinde kategorize etmekten de çekinmiyorlar. İşte bu durum tehlikeli, çünkü hesabı bu dünyada verilmeyeceği kesin olan ameller listesini aklınca Ehl-i Beyt’ten aldığı yetkiyle eleştirmeleri nafile. Başkasını bağlamayan eylemlerin değil hacı hoca takımını, hiç kimseyi bağlamayacağını din öğretisinden biliyoruz. Sürekli fetva verenlerin sorunu da bu, kendilerine hakim rolü biçmek.

İnşallahçılar ve sarışın döpiyesliler

Ama bir konuda da haklılar, ne muhafazakarlar ne de sekülerler kendi içlerinde homojen değiller. Bir kısmı şartlar gereği öyle görünmek zorundayken geçen hafta sözünü ettiğimiz “insan olmanın gereği” zaaflarını bertaraf edemiyorlar. Siyasi iklimin değişmesi durumunda tutumlarının başlangıç noktasına döneceği aşikar olsa da; şehirlerarasında “bayan yanı” hassasiyetini körükleyip, fincana alkol değmiş midir sorgulamasını yapan ve her cümlenin sonuna “inşallah” ekleyenler de özellikle bunlar. Benim annemin başını örtmesi ya da itikadını uygulaması ile zerre kadar ilgileri bulunmamakta. Gerçek muhafazakarlar konunun kendileri ve Allah ile aralarında olduğunu farkında, eylemlerinde niyeti önemli tuttuklarından diğerinin yaşam biçimi onları bağlamıyor.

Benzer şekilde sözüm ona “çağdaş” takılanlar da kendi içlerinde homojen değiller. Bunların bir kısmı barış ve hoşgörü maskesi altında, sahip olduklarını sandıkları üstünlüğe içten içe tapınıyorlar. Kıyafet ve yaşam biçiminin akıllarındaki bağı çözeceğine o kadar inanmışlar ki, kendi dogmalarıyla mühürleniyorlar. Üstelik bunların çoğu da “aydınlanmacı bilimciler”, Fransız Devrimini temsil eden bayrak taşıyan kadın modelinin kurtarıcılığı, kanıta dayalı ispatın zorunluluğu gibi hezeyanları var. Erkek olanları çağdaşlığın rozetini papyonda bulurken, kadınlar için sarışın ve döpiyesli olmak bir gelenek; ama hem saç hem de kıyafet modeli çok eski.

İstanbul Ticaret Odası’nın gönüllü alkol yasağı

Bu konuyu geçen hafta sonlarından birinde katıldığımız bir düğünde, mekanın işletmecisi olan İstanbul Ticaret Odası’nın Cemile Sultan Korusu’nun bütün mekanlarında “alkollü içecek vermemek” kararı üzerine başlattık. Üsküdar’dan minibüsle gittiğimiz koruda öncesinde bir çay içme fırsatı kalınca yanımdaki belki eski solcu, bana göre “yetmez ama evet” tarafına meyletmiş arkadaşım “bak ne güzel homojenleşme olmuş” dedi, “muhafazakarlar da bu mekanlardan artık rahat rahat faydalanabiliyorlar…”

Görüşüne ne yazık ki katılamadım. Gerçek muhafazakarlar ve sekülerler zaten homojendi, çünkü onlar bu işin Allah ve kul arasında olduğunu bilir, eylemle söylemi ayırmaz ve başkasına karşı hep hoşgörülü olurlardı. Arap Camii’nin çok sevgili merhum hocası geldi aklıma, ayyaşlara çorba dağıtır, soğuktan donmasınlar diye kapıları açardı.

Zorlanarak gelinen bu nokta ise daha çok limon ve zeytinyağının karışamayacağı ilkesini hatırlatıyor. Çalkalanırlarsa karışmış görünüyorlar, kendi halindeyse ayrışıyorlar. Üstelik ayrıştırmak için her cenahın mislisiyle küstah fetva severleri var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir