Geçen hafta yayınlanan “Din aklı ve hakikati emreder, aynı Tanrı’nın çocukları neden bu kadar farklı?” başlıklı yazıma gerek e-posta yoluyla gerekse bizatihi arayarak çok sayıda cevap geldi. Göstermiş olduğunuz ali cenaplığa müteşekkirim. Yazının hemen hemen tek eleştiri noktasını ise “tanrının çocuğu olmak” kavramı oluşturuyordu ki, bu ifademle hiçbir kasıt gütmediğimi belirtmek isterim. Elbette Tanrı doğmaz ve doğurmaz, bizim de çocukları olmamamız, hele hele eş koşmamız asla söz konusu olamaz. Bu yanlış ifadeden ötürü de her geri dönüşümde belirttiğim gibi, özür dilerim. Türban ve bunun çerçevesinde dinin nasıl anlaşıldığı meselesi üzerine yorum yapmayacağım. Ancak dinin nasıl hatalı anlaşıldığı ve anlatıldığı konusunda hala söyleyeceklerim var. Bunları akıl ve hakikat çerçevesinde ifade etmek de benim boynumun borcudur.
Birincisi, dinin kurallarını yerine getirmek kimlere buyrulmuştur? Elbette aklı erenlere. Kelam’ın vahyedilmesinden önceki ilk sözleri hatırlayın lütfen; ilk emir “Oku!”dur. Bu şu iki anlama gelir, birincisi akıl sahibi olacaksınız, zira dinin emirleri sadece akıl sahibi olanları yükümlü tutar. Aklı olmayanlar ya da akli yetkinliğe sahip olmayanlar dinin kurallarının uygulanmasından muaftır. Ama aynı derecede önemli ikinci anlamı da “okumaktır”, bilgi sahibi olmaktır. Elimizde son derece saf bir kitap bulunmaktadır. Kitap’ın her dilde çevirisi mevcuttur. Bu Kitap aklı olan herkes tarafından “kendi kendine, en iyi anlayabileceği dilde okunmak” ve anlaşıldığı şekilde uygulanmak zorundadır. Kitap’ın başkalarının değer yargılarına göre yorumlanması, anlamak üzere bahşedilmiş olan aklı reddedeceğinden kabul edilemez. Dahası Kitap evrenseldir, zamanın koşullarından ve akışından muaftır. Nasıl? Çünkü O her bir akla indirilmiştir, her bir akıl emredilenleri kendine göre değerlendirip, kendi çözümünü yaratacaktır. Bunu yapmayıp da “hoca ne der, hacı ne der?” diye düşünce kıskacına girerseniz, “eş koşmuş” (şirk) olursunuz.
Herkes Kuran’ı kendi aklıyla anladığı zaman, bugün içine düştüğümüz şekilsellik yanılgıları da ortadan kalkar. Çünkü Kitap “öz” sahibidir, diğer din kitaplarının aksine tahrifata, değişikliğe, yoruma uğramamıştır. Diğer dinlerin kitapları ise zaman zaman gözden geçirilerek değişikliğe uğramış, en azından müdahale görmüştür. Bütün bunlara karşın, Kuran’da anlatılanlar da söz konusu zamanın ve coğrafyanın koşullarıyla ilişkilidir. Lakin aradan geçen zaman ve değişen koşullar, ancak o “öz” sayesinde ve akıl varlığında ve illaki okuyarak anlaşılabilir. Bilgi pınarından elbette herkes kendi kabı (sığası) kadar doldurur, okuyup bilgilendikçe o sığa artar. Bunu yapmayıp ben koşullarımı o zamanın koşullarına geri döndürüp uydurmaya çalışırım derseniz, Kitap’ı akıl ve gerçekliğin dışına atarsınız.
Kadere inanacağız, kader dediğimiz şey Levh-i Mahfuz olarak anlatılır. Üzerinde her şeyin yazılı olduğu bu saklı levha, bizim düşündüğümüz gibi tek bir senaryoyu değil, bütün seçenekleri, bütün olasılıkları kapsar (yani matematiksel ifadesi 1’dir). Ancak sınırsız olasılıklardan hangisini seçeceğimiz, hangi yolu belleyeceğimiz aklımızın ve hür irademizin seçimi olmak zorundadır. Yaptıklarımızın sorumluluğu ancak “hür irade”nin varlığında üzerimize yüklenir. Beri yandan bakacak olursanız, yani hür iradenizi kullanmadan yol seçmeye kalkarsanız, aklınızı kullanmamış olursunuz. Sorumluluk, akıl sahiplerine bildirilmiş olan bir yükümlülüktür. Sorumluluk aklın kullanılmasının ve bilgiyle geliştirilmesinin sonucudur. Dünya deneyiminin sonlanmasından sonraki en büyük yükümlülüğümüz de, okumuş ve aklımızı kullanmış olup olmadığımız olacaktır. Merhamet, yardımseverlik, affedicilik, dürüstlük, adam kayırmama (işi o işe uygun olana vermek), bilim sahibi olma, bu erdemlerin hepsi aklın varlığında mümkündür.
Bu yazdıklarımı lütfen bir kenara koyun, size son olarak geçtiğimiz cuma günü bana seyrettirilen bir linç eylemini anlatayım. Yer söylendiği kadarıyla İran, (başını kapatmayı reddetmiş) bir kadın vahşi bir erkek güruhu tarafından taşlanmakta. Kadın en sonunda bitap yere düşüyor ve ona cezasını vermek isteyen biri yerden aldığı büyük bir taşı başına vurarak öldürüyor (benzer bir uygulama da hatırlarsanız internette kadın hakları konusunda yazı indiren bir erkek için başlatıldı). İnsanın insana yaptığı bu tüyler ürpertici eziyet nasıl kameraya alınmış? Elbette cep telefonunun kamerasıyla, üstelik aynı anda onlarcası vahşeti kameralarına kaydediyorlar. Allah’ın kelamı olan İslam, bir kadının (başını örtmediği için) taşlanarak öldürülmesini emreder mi? Hayır. Bir canlıyı (haşa) Allah adına cezalandırmak amacıyla öldürmek akılla ve insanlıkla bağdaşır mı? Hayır. Sizce bu vahşetin paydaşları Kitap’ı kendi akıllarının ışığında okumuşlar mıdır? Bence yine hayır.
Allah’ın dinini hakim kılmak adına zulüm, takiyye, alavere dalavere yapmak, cihat açmak, aklı reddetmek, hakikati görmezden gelmek, bizi ebedi mutluluğa götüremez, bilakis karanlığa sürükler. Allah’ın çocuğu olmadığımız gibi, inancı olan hiç kimsenin kendine (haşa) “Allah’ın eli” payesini biçmesi de mümkün değildir. Yeniden hatırlatayım, kesinlikle biliyorum ki, “biz dünya deneyimi için gönderildik”, ama bu deneyim “dünya koşullarında” olmak zorundadır. “Ahiret dünyayı fiilen bağlamaz (Allah’a takiyye yapamazsınız)” ve aklı reddeden inanç sahibi olamaz.