Siz ne derseniz deyin, doktorlar ne anlatırlarsa anlatsınlar, aşlında tıp “tanımsal” döneminin çok da ötesine geçememiştir. Tanımsal kelimesinin orijinali “deskriptiftir”, yani isimlendirir ve ne olduğunu tanımlar. Mesela “gözünüzün üstünde kaşınız vardır” deskripsiyonu da buna bir örnektir. Bu durum bir yerde şaşırtıcı değildir, tıbbın geçmişi ustadan çırağa aktarılan bir öğretiden oluşur, hastalıkları anlatır, bunları o dönem bilgisiyle isimlendirir ve açıklar. Tedavi için yapılması gerekenleri de bitkiler ya da yöntemler olarak sıralar. Daha yakın zamana, bundan yaklaşık beş yüz yıl öncesine geldiğimizde ise anatominin detaylı tanımlamaları ortaya çıkmaya başlar. Leonardo da Vinci gibi alimler, resim becerilerinin de yardımıyla insan vücudunu incelemeye ve çizmeye başlar. Sonrasında özellikle cerrahların çabalarıyla dokular birbirinden giderek daha fazla ayrıştırılır. Doğa bilimlerinin geneline yönelik araştırma yapanlar benzer çalışmaları hayvan anatomisi konusunda da gerçekleştirir, böylelikle karşılaştırmalı anatomi kavram ortaya çıkar. Organların dış görünüş olarak nasıl oldukları, birbiriyle komşulukları, hatta nasıl geliştikleri bile iki yüz yıl öncesinde gayet iyi bilinmektedir. Derken işin içerisine “işlev” kavramı girer, hangi organın hangi işlevi olduğu araştırılmaya başlanır. Bu çalışmalar nispeten yenidir, salya salgısı, mide salgısının eti nasıl sindirdiği, pankreasın çıkarılmasının diyabete neden olduğu gibi fizyolojiyi ilgilendiren araştırmaların geçmişi iki yüz yılı bile bulmaz. Biyolojiye ilişkin bir sonraki temel adım ise mikroskobun bulunmasıyla mikroorganizmaların gözlemlenmesidir. Bugünkü tıp söyleminde hala çok fazla yer bulan “bağışıklık” gibi kavramlar ise, Pastör gibi bilim adamlarının kurguladığı kavramlara bağlıdır.
Biyolojide elbette tıbbın dışında da çok fazla buluş, tanımlama ve gelişme yaşanmaktadır. Bunların büyük bölümü sınıflandırmaya ilişkindir. Yani insan (ne kadar doğrudur tartışılır) binlerce yıllık bilimsel karanlıktan Rönesans’ın aydınlanmasıyla çıkmış, kendinin farkına varmış ve bulunduğu yere nasıl geldiğini sorgulamaya başlamıştır. Yaratılmış mıdır, yoksa etraftaki canlılardan bir şekilde devşirişe devşirile mi (evrim) bu hale gelmiştir? Temel soru budur, ama yanıtlanması çok koyla olmadığı gibi, canlıların yapısal özelliklere giderek daha detaylı anlaşılmaya başladığından tablo berraklaşacağına, netliğini giderek yitirmektedir. Geçirilen iki dünya savaşı, bu dönemlerdeki duraklama ve sonrasındaki ilgi kaybı tıbbın diğer biyolojik bilimlerden aşırı miktarda ayrışmasına neden olur. Gelinen bu noktada tıbbın elinde hala çok iyi bir anatomi bilgisi, nispeten yeterli fizyoloji, biyokimya gibi alanlar kalır. Savaşların esas galibi başta ilaç endüstrisi olmak üzere, teknolojinin palazlanmasıyla giderek daha çok paraya dönüşebilir hale gelen tanısal tıptır. Tıp tanımsal olmanın çok fazla ötesine geçemese, biyolojik sistemin işleyiş prensibi ve hastalıkları ilişkilendirilemese de, teknolojinin gelişmesi tanı ve hastanecilik hizmetlerini giderek karlı bir yeni alan haline dönüştürür.
Bu kısa özet aslında tıbbın taş çatlasın son yüz yıllık geçmişidir. Bugün elimizde anatominin detayına yönelik gerçekten çok iyi bir bilgi birikimi vardır. Buna karşılık tanımsallık, yani neyin nerede olduğunu çok iyi tanımlama, kusursuz olsa bile mantıkla uyuşmayan kısımları açıklayamaz. Bu az sayıda düz mantıkla açıklanamayan özellikle, okuduğum kadarıyla pek bilinmemektedir. Bir şekilde vardırlar, ama embriyolojinin mantığıyla açıklanabilmeleri de koyla görünmemektedir. Nelerdir bunlar içerisinde görebildiklerim:
1. İnsanlar da dahil olmak üzere pek çok canlı iki yanlı (bilateral) simetri gösterirler (sınıflandırmada bu tür özellik gösteren canlılara Bilateralian adı verilmektedir). Yani gözlerden tutun, ellere kadar pek çok organ iki yanlı simetriktir. Karaciğer ve dalak gibi organlar doğumda simetrik olmasalar bile embriyodaki gelişimleri açısından simetriktir. Lakin konunun detayına girdiğinizde karışıklık ortaya çıkar. Gözler simetriktir, ama bunların sinirlerinin götürdüğü bilgi çaprazlama gösterir. Retina denen sinir dokusunun her iki dış yarısının topladığı bilgi aynı tarafa gider, ama iç yarıların topladığı bilgi çaprazlanır. Yani iç yan karşı beyin yarım küresine bilgi aktarır. Buradaki çaprazlamanın basit bakış açısıyla bir “eksen etrafında dönme” hareketine bağlı oluğunu düşünebilirsiniz, ama böyle bir eksen dönmesi yoktur, dışların simetrisi korunmuştur.
2. Aynı durum kasa istemli hareketi ileten motor sinirler için de geçerlidir. Motor sinirler soğancıkta çaprazlanırlar, ama duysal sinir iletisinde bir çaprazlanma yoktur. Böylelikle sağ beyin yarısı sola, sol beyin yarısı da sağa komuta eder. Bu durumda beynin sağına inme gelirse, sol tarafta felç oluşur. Bu çaprazlama da sıra dışıdır, çünkü omuriliğin sinirsel uyarıyı götüren diğer kısımlarında bir çaprazlama yoktur.
3. Vücudun her iki yanının simetrik olarak baştan ayağa (kuyruk da denmektedir) uzadığını varsaydığınızda, bu tür çaprazlamaların bağ dokusunda da gerçekleştiğini görürsünüz. Bunun en çok bilinen örneği dizlerdeki çapraz bağlardır, futbolcularda “çapraz bağını zedelemiş” biçiminde anlatılır. Bir tavuk dizini incelediğinizde de aynı çapraz bağın varlığını çok rahat gözlemleyebilirsiniz. Bacağın diz altındaki kısmının da eksen etrafında dönmediğini bildiğimizden, bu bağın neden çapraz geliştiğini açıklamak kolay değildir. Benzer çapraz bağlar ayak bileği başta olmak üzere pek çok eklemde de mevcuttur.
4. Vücudun sinir ve bağ gibi farklı dokuları arasındaki “çaprazlaşma benzerliği” nasıl açıklanabilir, işte bu tanımsal tıbbın sınırlarının dışına çıkmaktadır. Bağlardaki çaprazlaşmanın işlevsel getirisi açıktır, ama sinir sistemindeki getirisi tamamen tartışmalıdır. Sorun bilateral simetri gösteren bir canlının kısımlarındaki çaprazlamanın (ayna simetrisinden nokta simetrisine geçilmektedir) anlamlandırılmasındadır. Yani her şey aynı eksende kafadan ayağa doğru uzamamakta, içinde de zikzaklar çizmektedir.