Canlının gelişim aşamaları rastlantısal mıdır, yoksa önceden mi belirlenmiştir?

Tıp fakültelerinde en az itibar gören derslerin başında kuşkusuz embriyoloji, yani canlı vücudunun gelişmesi gelir. Bunun nedeni olasılıkla gelişimin çok karmaşık olması, ama beri yandan öğrencilerin “ileride nasıl olsa gelişmiş bir vücudun sorunları ile uğraşacağız, bu aşamayı atlayabiliriz” yaklaşımıdır. Aslında bu ciddi bir hatadır, çünkü canlı bir tek hücreden gelişir. Bu gelişimi sağlayan mekanizmalar ileride tamamen ortadan kalkmazlar, bilakis bozulmaları durumunda hastalık tabloları ortaya çıkabilir. Üstelik bugün kanser gelişimi konusunda rol oynadığını varsaydığımız genler ve moleküller aslında gelişim aşamasında da aktif olan mekanizmalardır.

İnsanla birlikte pek çok canlının genom dizileri çıkarılmış olmakla birlikte, beklentileri karşılayacak bilgi henüz elde edilememiştir. Bu kısıtlılıktaki sorun gelişimin mantığının anlaşılamamış olmasındadır. Batı bilimi genlerin dizilerini çıkarmış, bunları benzerlikleri ölçüsünde aileler halinde sınıflamıştır. Genlere aileler sınıflaması şeklinde bakıldığında, insan ve sinek arasında bile çok ciddi benzerlikler görülür. Yani gen grupları insanda da sinekte de benzer mantık içerisinde çalışmaktadır. Canlının ilk gelişim aşamalarında hangi genin nasıl etkinleştiği, “ilk gelenin hangisi olacağının” nasıl belirlendiği açık değildir. Bundan sonraki aşamada ise bir karşılıklı etkileşimle dokular gelişmeye ve özelleşmeye başlarlar. Örneğin fibroblast büyüme faktörü (fibroblast growth factor, FGF) etkinleşerek sonic hedghog proteiniyle (SHH) karşılıklı “söyleşir”. Burada “söyleşir” tanımlamasından öte bir şey söylenememektedir. Bir FGF, bir SHH seviyesi artarak somit adı verilen segmentler meydana gelir ve bu belli zaman kesitlerinde oluşur. Yani söyleşi her bir seferinde mesela 90 dakika sürer, her 90 dakika baş-kuyruk yönünde yeni bir somit oluşumuyla sonuçlanır. Bu sürenin neden 90 dakika olduğu bilinmemektedir, kaçıncı somitte gelişimin duracağı sabit olmasına karşılık (her bir somit gelişimin nihayetinde bir omurga kemiğiyle sonuçlanır), sürecin nerede duracağının nasıl saptandığı da açıklanamamaktadır.

Dokuların gelişimi “karşılıklı söyleşmeyle” olur

Yukarıda basitleştirerek aktardığımız bu model bütün gelişmiş canlılar için aşağı yukarı standarttır, karşılıklı söyleşme ve her söyleşiden sonra yeni bir doku oluşumu söz konusudur. Lakin gelişimin bütünü için yanıt bulunamayan soru yine aynı yerde durmaktadır, bir şeyin mekanizması belli olmakla birlikte, nerede başlayıp ne zaman sonlanacağı konusunda DNA’da bir kod mu vardır, bu kod zamansal dizi (sekans) özelliği mi göstermektedir, yoksa sistem predeterministik, yani önceden belirlenmiş bir şekilde mi çalışmaktadır? Basit gibi görünen bu son sorunun yanıtı ise bilimin bugünkü ayrılmasının temelini oluşturur. Kod DNA’da mevcutsa ve gelişimi rastlantısalsa bunun yorumu evrimdir. Hayır kod DNA’da değil de ortamdaysa, yani DNA gen yazılımı ortamın bir tercümesiyse bunun karşılığı ise “kader” ya da yaradılıştır.

Evrime ilişkin paradokslar; “yumurta ve tavuk” aynı anda olmalıdır

Bilim camiasının hemen hemen bütünü birincisini, yani evrimi kabul etmektedir. Kod bir şekilde rastlantılarla oluşmuştur. Ne var ki bu da bir kabullenmedir, aşırı savunursanız bilimsel mantığa aykırı biçimde “dogmaya” dönüşür. Oysa bu görüşte açıklanması gereken mantık çelişkileri vardır, zaten sorun da buradadır. DNA kodu proteine çevrilerek ifade edilir, DNA tek başına bir şey söylemez. Kodun proteine çevrilmesi ise amino asitler aracılığıyla olur. Oysa mevcut amino asitlerden en azından 12’si kodu yine DNA’da bulunan enzimlerle yapılmaktadır. İşte bu aşama birden meseleyi “tavuk-yumurta” ikilemine sokar. Öyle bir şey olmalıdır ki, tavuk ve yumurta birbirinin içinden çıkabilmelidir. Zira evrimin olduğunu kabul eden görüş bile önce atmosfer koşullarına bağlı olarak amino asitlerin oluştuğunu ileri sürer (Stanley-Miller deneyi). Bu örneği virüsler için de verebiliriz. Virüs canlı olup olmadığı bile tartışmalı olan, üremek için başka bir canlı hücreye gereksinim gösteren bir mikroorganizmadır. Hücreye girer, kendi DNA’sını hücrenin olanakları çoğaltır, kendi DNA’sında kodlanan zar proteinlerine sarar ve içine girdiği hücreden çoğalmış olarak ayrılır. Virüs sınıflamada en basit özelliği gösteren mikroorganizmadır, aslında canlı olarak sınıflanması bile mümkün değildir. O halde kendinden çok daha ileri olan bir canlı sistemi kullanma becerisini nasıl kazanmıştır? Oysa varlığı ve çoğalması başka canlı hücreye bağlı olduğundan, bu durumda evrimsel gelişimin sonraki kademelerinde ortaya çıkmış olmak zorundadır. İşte bu da aynen DNA-protein paradoksu gibi yanıtlanamamaktadır.  Bu paradokslar felsefi açıdan çok önemlidir, çünkü mantığı kullanırlar. Evrim görüşü açısından iş iyice sarpa sarmaktadır, zira çıkış felsefesi mantıktır, olasılıkları dikkate alır. Dolayısıyla ikinci olasılığı, yani predeterministik (önceden belirlenmiş) bir modeli de sorgulamak zorunda kalırsınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir