Önce geçen haftanın özeti: Kuzey Irak’a kara harekatının başladığı gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül türbanı onayladı. Beri yanda milletvekilleri de, emekli maaşlarının kesintiye uğratılmasına paralel olarak kendi maaşlarını yüzde 25 artırdılar. Bunun bir gün sonrasında da Tekel’in özelleştirilmesi işlemi sonuçlandırıldı.
Sonra geçen haftanın meali: Kuzey Irak harekatı harekattan öte “sıcak savaş” anlamını taşıyor, dolayısıyla Başkomutan konumundaki Cumhurbaşkanı’nın herkesten çok önceliğini oluşturuyor. TBMM’de grubu olan DTP ise harekatı (hangileriyse?) “yandaşlarına” karşı silahlı müdahale gördüğünden, kendine açılmış bir savaş olarak algılamakta. Tekel özelleştirmesi elimizdeki altın yumurtlayan tavuklardan birinin daha yabancılara satılması anlamına geliyor. Milletvekillerinin ise bunların hiçbiriyle ilgileri yok, daha ne kadar çok para kazanacaklarını hesaplamaktalar.
Bizim gibi bir ülkede sorunların çokluğunu dikkate alırsanız, öncelikler konusunda zaman zaman sıkıntı yaşayabileceğimizin farkındayım. Ama fiilen süren bir savaş durumunun tek gerçeğinin “ölmek ya da sağ kalmak” olduğunu dikkate aldığınızda, diğer gerçekliklerin konumlarını yitireceklerini varsaymanın yanlış olmadığına inanıyorum. Hele hele ana meselenin paravan yapılıp, arka planında iş bitirmeye çalışmanın her şey bir tarafa, hatta dürüstlüğü bile geçtim, iyi niyetle bağdaşabileceğine de inanmıyorum. Evet, işler yürütülmek zorundadır, ama yürütülmesi gerekenler de olsa olsa günlük yaşamın sürdürülmesine dair olanlardır. İşte bu açıdan bakıldığında ise ülkemizde “ayrışmışlık” olduğunu görüyorum. “Ayrışmışlığın” Türk Dil Kurumu sözlüğünde olasılıkla bu anlamda bir tanımı yok, ayrılmak değil, ayrı düşmek değil, olsa olsa ayrı telden çalmak ve asla bir harmoni beklentisinde olmamak.
İnsanlar 60-70 yıllık yaşamlarında pek çok şeyi bir misyon haline getirebilirler, hatta yaşamlarının bütününü buna adayabilirler. Kadınların kapanmasına inanmış birinin bu ereğe ulaşma çabaları elbette yaşam misyonu haline gelebilir. Özgürlükleri savunan birinin ilahi özgürlük anlayışından bir “özgürlük savaşçısı” doğabilir. Bu halisane düşünceler başka birilerinin beslemesi, “mürüvvet” beklentileri doğrultusunda değil de özgür iradenin sonucunda gerçekleşmişse, ortak bir son noktasında her şey biter. Bu son noktası bugün için içine çekildiğimiz savaş durumudur; deprem gibi ulusal bir felaket, kuraklık, açlık, yani yaşamın tek gerçeği olan ölümle yüz yüze geldiğimiz her an, sözün bittiği, ideallerin, misyonların, kişisel mücadelelerin sonlanması gereken noktadır. Sadece seçimleri özgür iradesinin eseri olamayanlar o noktada bile duramazlar, arkalarından itiliverirler.
Biz insanlığımız gereği birbirimize güvenmemek duygusundan hayvanlardan daha ziyade pay almışızdır. Günlük yaşamda güvenemeyeceğimiz çok şey olduğunu bildiğimiz halde, güvensizliğin de bir son noktası olduğu inancını içimizde yaşatırız. Çünkü düşmüş birine tekme atmayı kendimize yediremeyiz, arbedede sinip kalmış çocuğu kucağımıza alıp kurtarmak boynumuzun borcudur, uçuruma düşen birine elimizi kayıtsız uzatırız. Kazıklayacağımızı, kazıklanacağımız biliriz; ama arkadan hançerlenmeyi içimize sindiremeyiz. Bunların hepsi sözün bittiği sonlanma noktaları, içimizde kalmış insanlığımızın son çıplak kalıntılarıdır.
İşte o son çıplak kalıntılar… O kalıntılar bize “sen ne diyorsun be adam, bu zamanda bu mu düşünülür” dedirtir. Yaralanan düşman bile olsa yarasının sarılmasını, yetimin kayırılmasını, açın doyurulmasını, esirin bağışlanmasını sağlar. Bunlar sonlanma noktalarıdır, kinin silinmesi, barışın kucaklanması, güvenin yeniden kazanılmasıdır.
İşte bu yapılamıyorsa, ayrışma olur. Ayrışmadan sonra geri kalanlar ne olursa olsun “ötekilerdir”.