“Nee!” dedim, “Tripod hasta mı?”. Olan bitenin besbelli ki taçlanmasıydı kedimin hasta olması. 15 Ağustos 1999’da bana ilk geldiğinde, son büyük güneş tutulmasıydı, son büyük depremin sadece iki gün öncesi. 7.4’le sallanmıştık da Tripod yattığı yerden kalkmak zahmetine bile katlanmamıştı. Hani hayvanlar depremi öncesinden hisseder ve uyarırlarmış ya, tamamen hikaye, kapıp kucağıma çelik kapının eşiğine sığındığımda bile anlamsız anlamsız suratıma bakıp esniyordu. Yan bina ile aramıza her nasılsa doldurulmuş moloz bütün gürültüsüyle aşağı iniyordu ki, ev yıkılsa böyle bir gürültü muhtemelen olmazdı. Velhasıl yarı gerçek, yarı sanal bir deprem simülasyonuydu yaşadığımız. Bu çok sevgili mendebur kediye her baktığımda nedense bunları hatırlıyordum, güneş tutulmasıyla gelen sevgili mendebur kedi, depremi sallamamıştı bile. Ona güvenilip depreme girilmezdi artık biliyordum.
Oysa bu kez durum farklıydı, babamın sessizce yatağında beklediği ölümün kasım sıkıntısıydı içimde olan. Aramızdaki ilişki kadar sessiz, ama bir o kadar kesintisizdi, derin mi derin. “Baba”ya cevap verecek hali yoktu, “Ahmet Aga” dedim, “gitmek mi istiyorsun?”. Başucundaki zaman koca bir boşluktu, gözlerinde de beklediğim yanıt yoktu. Yaşadığını unutanlar bilmem ölümü de unuturlar mı? Ölüm yaşama dair midir ki, unutulabilsin? Kafam karmakarışık evler arasında mekik dokumaktı benimkisi. İşte bundan çıkıvermişti birden ağzımdan “Nee, Tripod hasta mı?” diye. Depremi sallamamış olan bu kedi, iki gündür ansızın apansızın hastaydı da zamanlamasına söyleniyordum içimden mendeburun.
Çaresiz bırakıp babamı yatağında onun peşi sıra yollandım. Yaşamın paylaşıldığı kediler, babalar kadar yakın olabilir insana. Bu size bağlıdır, ona neler yüklediğinize ve onun size neler yüklediğine bağlıdır. Oysa, nedeni bilinmez, gerçekten hastaydı. “travma geçirmiş olabilir” dediler de bir anlam veremedim. Evde yaşayan, hele hele depremi bile sallamayan bir kedinin travmayla hiç işi olmaz. Aldım eve götürdüm, o akşam uzun yılların ardından yeniden baş başa olacaktık ya gözlerim onda, kulağım telefonda uyumak uyumamak arası, gerçeklik ve düşler arasına sıkışmış garip bir geceydi.
Ertesi gün babam biraz daha iyiydi önce. Gözlerini açıp bakmıştı ya, umutsuz unutmuşluğunun bir teselli kırıntısıydı benim için. Aslında bu bedeli çok önceden peşin ödenmiş bir üzüntüydü. Artık dışarı çıkmasına izin vermememin hemen öncesindeydi. Defalarca kaybolmalar ve ölüm senaryolarıyla bezenmiş çaresiz bekleyişlerle satın alınmış bir bedel. Bilinmezlik karşısında aklımın bana oynadığı çeşit çeşit felaket kurguları. Yanında olamadan gerçekleşen yalnız bir ölüm, morg listelerindeki “sahipsiz” kayıtları. Oysa şimdi artık kaçamayacağı yatağında sessiz ve çaresiz bekleyiş, işte bir de bu garip bekleyiş olmasa…
“Bu travmaya benzemiyor” dediler bu kez, “belki bir kalp hastalığı olabilir, ancak durumu iyi değil”. Sessizce başımı salladım, gözlerine baktım, “gitmek mi istiyorsun?”. Cevap vermedi, belki de cevap vermek istemedi. Burnundan öptüm, kulağını hafifçe ısırdım, ama her zamankinin aksine, ağzını açıp miyavlamadı. Dudaklarını aralayıp, nefesini uzun uzun kokladım. Her gece yastıkta esnerken burnuma hohladığı o leş gibi kokuyu son kez içime çektim. Belleğimdeki anılar yeniden tazelendi. Çıkmamış candan nasıl unut kesilmezse, yeniden babamın yanına yollandım.
Birinci ayrılışı bildirdiklerinde sadece bir saat sonrasıydı. Tripod ani bir kararla iki gün içinde yaşamımdan ayrılmıştı. Ta Eski Mısır’dan beri hayatta olduğuna inandığım bu kedi için ne gariptir ki ağlamadım. Hep bana fısıldadığı gibi, “şunun şurasında üç bin yıldır hayattaydı ve yaşasa yaşasa bir üç yüz elli dört yüz yıl daha yaşayacaktı”. Ama neden şimdi, bu en sıkışık anımda ve bunca ani bir kararla, anlamadım.
İkinci ayrılış ise tam gece yarısında geldi. Babamı son gördüğümün üzerinden sadece üç saat geçmişti, kapının önü soğuk kuru bir geceydi, artık uyumuş mahallenin sessizliği babamın ölümüyle de bozulmadı. Bedeli ödenmiş bir üzüntünün, iyi tasarlanmış soğukkanlılığı. Ne zaman kazandırıldığını hatırlamasam da, tıpkı öğretildiği gibi gerekenleri yaptım. Bir günde iki ayrılış, yaşamımın önemli bir kısmının tavsiyesi olsa da, öyle algılamadım. Sadece zamanlama; ölmeyi unutan babam ve binlerce yıldır hayatta olmasına rağmen iki günde ansızın ayrılan kedim.
Sonra her şey birden bire yerine oturdu. Eski Mısır söylencelerine ne kadar inanırsınız bilmiyorum, Tanrı Anubis ölümlüleri öteki tarafa geçirmekle yükümlüdür. Geçiş noktasında ölümlünün kalbi tanrı Toth’un gözleri önünde kuş tüyüyle tartılır. Kalp kuş tüyünden hafifse ölümlü cennete uğurlanır. Babamın kalbinin kuş tüyünden hafif olduğuna onu tanıyan herkes şahitlik edebilir. Olan bitende bir tek eksik kalıyor, o da Tanrı Anubis. Yani zamanın geldiğini bilen ve babamı son yolculuğuna uğurlayan Tripod.
Babam ve Tripod artık dünyevi yaşamımda yoklar. Ölüm yaşam kadar gerçek ve bir o kadar da tanrısal. Ama ben artık ölümün yaşama dair olduğunu biliyorum.