Sırlar sanıldığı gibi, ölüm döşeğinde birinin bir diğerinin kulağına fısıldamasıyla taşınmazlar, sırların çoğu zaten vardır, bir gün biri onu fark ediverir. Bu keşif kimseye zarar vermeyecekse söylenir. Lakin her sır herkes tarafından açıklanamaz, sırrın sır olduğunu bilen biri gerekir. İşte Beyazıt Kulesi’nin sırrı da böyle bir hikayedir.
Bir akşam günü onu yeniden karşımda gördüğümde, aslında kim bilir kaç yüzüncü görüşümdü. Üniversitenin merkez binasına gidişim bile sadece bir tesadüftü, belki de daraltılı günlerden bir soluk alma ihtiyacı. Malum bahçe büyük, ağaçlıklı güzel mi güzel bir alan. Elimde fotoğraf makinesi dolaşıyordum. Hah dedim içimden, kapının fotoğrafını çok çektim ama, kulenin fotoğrafını hiç çekmemiştim. Gittim yanına, uzaktan sırım gibi görünen o kule ben yaklaştıkça büyüdü de büyüdü. Kapısının üzerinde cılız bir tabela, rüzgardan sallanır: İstanbul İtfaiyesi yazar üzerinde. Kule’nin kapısı ise ebette kapalı, işte o mahyadır ki gördüğüm anda üzerinde, Kule bana adeta gülümsedi.
Kapı aslında belli ki sonradan yapılmış, peki ama bu mahyayı bu kapıya kim ve neden nakşedip kazımış. İçimden bir ses, “olsa olsa aslını yeniden yaptırmışlardır” dedi; ahşap üzerine nakşedilmiş bir mahya, yenisinin üzerine dövülüp bezenmişti. Ve bir de Kule’deki o ihtişam, üzerine asılı sallanan tabeladan çok fazla muktedir. Bir kule ki, minare kadar yüksek uzanır, ama bir o kadar da vakur. Döndüm etrafını, üzerinde eski dilden bir kitabe, benim gibi cahili aşar. O zaman sordum ben de Kule’ye “Kule, Kule, söyle senin sırrın nedir?” diye. Kule hiç oralı olmadı, üzerinde aynı vakur eda, belli ki “ara belki de bulursun” derdi.
Sonraki günler, evden işe işten eve geçen yollarda Kule’yi hep uzaktan gördüm. Bu kule başka bir Kule’ydi, yangını mesele etmeyecek kadar vakur bir bina, öyle tepeden bakardı ki İstanbul’a, söylediği hep şuydu: “Gözlerim üzerinizdedir”. Yirmi metrekareye sığışmış ve üç kediyle geçen bir yaşamın en güzel yanı kitap okumaktır. Ben de evdeki kitapları açtım, artık Beyazıt Kulesi’nin hikayesiyle sarmaş dolaştım. Kitaplar Kule hakkında şunları yazar:
“Beyazıt Kulesi, Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi merkez binasının bahçesinin doğu kesimindedir. 1749’da yapılan ilk kule ahşaptandı. 1756’daki Cibali yangınında bu kule de yandı ve yenisi yine ahşaptan yaptırıldı. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sırasında Tulumbacı Ocağı da kaldırılarak kule yıktırıldı. Aynı yıl çıkan Hocapaşa yangınından sonra bir kez daha ahşap olarak yaptırıldı. Bir kez daha yeniçerilik yandaşları tarafından yeniden yakıldı. Nihayet 1828’de II. Mahmud’un emriyle Senekerim Balyan’a yaptırıldı”.
Senekerim kalfanın bilinen tek yapısı olan kule toplam 85 metredir. İlk yapımında geniş saçaklı külah biçiminde ahşap bir örtü ile sonlanmakta idi. 1849’da değiştirilerek bugünkü sekizgen planlı ve yuvarlak pencereli üç kat eklendi. Bu bölümler Nöbet Katı, İşaret Katı ve Sancak Katı olmak üzere üç bölümden oluşur”. Kitaplar Kule için böyle diyordu. Ancak uymayan bir şey vardı ki, Kule yangın gözetlemek için fazla ihtişamlı ve masraflı bir yapı olarak görünüyordu. Dahası yangınlarla hayli zarar gören bir kulenin merdivenlerini yine ahşaptan yapmak gerçekle ne kadar örtüşürdü?
Ve derken üzerindeki kitabe konuya biraz ışık tuttu. 2008 Kayıt Şenliği’nde bahçede bir gün Hüseyin Hatemi Hocamı gördüm. Bu kitabeyi okusa okusa o okurdu, ben de kendisinden yardım ricasında bulundum. Birlikte kulenin yanına gittik, Hatemi Hocam kitabeyi Osmanlıcasından okudu, zaten Kule’nin ne olduğuna da bu kitabe ışık tuttu. Şöyle diyordu özetle: “Sultan Mahmud yenilenme amacıyla bu binayı yaptırmak zorunda kaldı. Yükseldikçe bina yerden, kendi ihtişamına şaştı. Hak bu kuleye muhtaç etmesin, sadece bir süs için yapılmış olsun”. Kule’nin yapıldığı II. Mahmut dönemi, Osmanlı’nın zenginliğinin doruğu olmadığına göre, böyle görkemli bir kule yaptırmanın nasıl bir gerekçesi olabilirdi? Dahası, kitabede diyor ki, “kulenin açılması hiç gerekmesin”, peki ama bu kule zaten gözetleme için yapıldı ve hep açıktı. Yani içinde her zaman birileri beklemişti. O halde o bekleyenler neyi beklemişti? Çıkacak bir yangının dumanını mı, yoksa Kule’nin sırrı ve vakarını mı?
Kulenin içini görmek şansım onunla tanışmamızdan iki ay sonra oldu. Kule’nin duvar kalınlığı yaklaşık 2 metreydi, tepeye ise 180 basamakla ulaşılıyordu. Ahşaptan yapılmış ve 1997’de bakımdan geçirilmiş merdivenleri ilk günkü kadar güzeldi olasılıkla, ama Kule’nin esas ilginç olan merdivenleri bunlar değildi. Yerin altına inmek için duvara tutturulmuş demir basamaklar, üzeri taşla kaplanmış zeminde sonlanıyordu. “İşte” dedim, “Kule’nin sırrı burada”, ve “müteşekkirim Kule, sırrını dedin bana!”. Kule bir kez daha gülümsedi, uzatıp kollarını arşa.
“Bu kuleye hiç muhtaç olunmasın, bir süs olarak kalsın!” Kule’nin sırrı hala orada saklanıyor. Bir sır ki, hem herkesin gözü önünde, lakin hem de saklı! Bir sır ki Kule’de ve acaba hangi hafızada saklı?