Deneysel sistemin her zaman kolay olmadığını, hatta bazen de mümkün olmadığını geçen haftaki yazımızda kısaca anlatmaya çalıştık. Dünyada bilinenlerin bilinmeyenlerin yanında okyanusta damla kaldığını tekrar hatırlamakta fayda var, bunun güncel örneklerinden biri de ahtapotlardır. Ahtapot yeryüzünde görülebilecek en ilginç biçimlerden biridir, kafadan bacaklılar sınıfında, kocaman iki gözü de barındıran bir mantodan çıkan sekiz uzantı taşır. Bu uzantılar kimine göre kol, kimine göre bacak, bize göre ise dildir. Uzantılar görünüm olarak bacak izlenimi verse de tat alma ve kas sistemi olarak da dile daha fazla benzeyen bir özellik taşırlar. Buna karşılık ahtapotların yumurta içinde nasıl geliştikleri çok da iyi bilinmemektedir, hatta en iyi yayınlardan birini tarihi henüz 2020’dir. Zira ahtapotların yumurtadan kültür ortamında üretilmeleri yeni başarılmış görünmektedir. Bunun nedeni de yumurtaların içinde bulundukları kesenin annenin yaratığı jet akımları sayesinde yaşayabilir olmalarıdır.
Konuyla ilgilenen bilim camiası da keseleri elde etmeyi başarsa da bu jet akımlarını taklit edebilen bir aygıt geliştirmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz bunca çabanın nedeni sadece ahtapot embriyolojisinin anlaşılması değildir. Ahtapot eti mutfak sanatları açısından hem pahalı, hem de zahmetlidir, dolayısıyla kültürde yetiştirilmeleri ekonomik bir değer teşkil edecektir. Nitekim füme deniz mahsulleri satan kimi tezgahlara “bu kadar ahtapotu nereden buldunuz?” diye sorduğumuzda “dışarıdan geliyor” yanıtını alınca bunun çoktan başarılmış olduğunu varsaymak da hatalı görünmemektedir. Çoğu hayvana göre çok zeki olan bu canlının bebek biçimleri de herhalde bir on yıldır tüketime sunulmuştur. Konuyla ilgilenen bilim camiasının esas dürtüsü de yavrunun yumurtadan çıkma oranının artırılması olmuştur.
Deney sisteminin kurulamadığı durumlar
Buna karşılık yine de bazı deneysel sistemlerin kurulması kendi içinde çelişki doğurduğundan mümkün olmaz. Örneğin çok yavaş gelişen olaylar araştırılamaz, dolayısıyla yirmi yılda bir açan bir tropikal çiçek araştırma aralığının dışında kalacaktır. Bu durum çok derin su basıncına dayanıklı, yani suyun bin metre altında yaşayan deniz canlıları için de geçerlidir. Bilim bu aşamada sadece batiskaf daldırarak örnek toplayabilir, ama kutu açıldığı anda toplananlar canlılığını yitirecektir. Benzer çelişki günümüzde uygulama alanı bulmuş yöntemler için de geçerlidir. Bağırsaktan mesane olarak yararlanmak mümkündür, ama iş böbreği yeniden kurgulamaya geldiğinde istenen elde edilemez. Bir kaç yüz gramlık bir tek böbreğin sağladığı süzme işlevi bugün hala başarılamamıştır.
Bu kısıtlılık bilimin eninde sonunda sınırlardaki yaşamın araştırmasını gerekli kılar. Önce bilgi toplanır, sonra yapay ortam oluşturulmaya çalışılır, becerilebilirse diğer alanlara da ışık tutabilecek bilgiler elde edilir. Geçen yazıda sözünü ettiğimiz “denizin yaşanabilir derinliğine” laboratuvar kurulabileceği gibi yerçekiminin olmadığı dış uzayda da deney yapmak günümüzde mümkündür. Çoğunluk bu girişimleri başka gezegenlerde koloni kurma amacına atfeder, belki bir gün bu amaca da hizmet edebilir, ama şimdilik yer çekiminin etkisinin dışlanması bile ilk izlenimler için yeterlidir.
Parlak düşünce notayı okutan anahtar gibidir
Bu anlattıklarımızdan daha fazlasını ortalama koşullarda becerebilmek ise “parlak” düşünce denen durumu gerektirir. Çünkü parlak düşünce sadece akla gelmeyen bir şeyle ortaya çıkmaz, beraberinde gerçek bir hipoteze ve prensibe gereksinim duyar. Bu aşamada ortam derinliğinden ziyade düşünce derinliği esastır; parlak düşünce portenin üzerine yazılı notaları okunur hale getiren anahtar işlevini üstlenir. Günümüz biliminin hep türev ürün aşamasında dolanıp durması, 3D yazıcıyla ev bile basabilirken böbrek “yazmayı” becerememesinin nedeni de budur.
O parlak düşüncenin nasıl ortaya çıktığını ise dün ebediyete uğurladığımız, zaman zaman gerçekleştirdiğimiz sohbetlerinden feyz aldığımız, alim soyunun son temsilcilerinden Teoman Duralı’nın yaşam öyküsüyle irdeleyeceğiz. Mekanı cennet olsun.