Olan biteni siz nasıl değerlendiriyorsunuz bilmiyorum, ancak başta yeniden ısıtılan türban tartışması, derken MHP’nin meseleyi “canı gönülden” üstlenip yardımcı olma çabaları, aslında bizim ülke olarak yitirmeye başladığımız gerçeklik duygusunun sadece küçük yansımalarını oluşturuyor. Gerçeklik (hakikat) dediğiniz şey değer yargılarından bağımsız olan, doğru ya da yanlış olarak adlandırılamayacak şeyi, yani “olan-biteni” tanımlar. Aç olan birinin ekmek çalması hırsızlıktır, hatta bunu bir başkasının fırıncıyı bilinçli biçimde lafa tutması sırasında yaparsa, hırsızlık fiili örgütlü suça girer. Ekmek çalmak her iki durumda da yasa karşısında cezalandırılması gereken bir eylemdir. Ancak hırsızlık eylemini dürtüleri doğrultusunda yapan kişi açısından tek bir gerçekliği vardır, o da aç olmasıdır.
İnsanların inanç sistemlerine baktığınızda ise gerçeklik durumu nedense yok olur. İnancın, kişinin bir öğretiyi ona anlatıldığı biçimde uygulaması olduğuna inanılır. Bizim bugünkü anlayışımız içinde sorgulanması söz konusu bile olamaz. Ama yeryüzündeki inanç biçimlerinin ortak unsuru her şeyi yaratmış olan Tanrı’dır. Tanrı’nın adları İslam’da Allah, Hıristiyanlık’ta Baba’dır, diğer inanç biçimlerinde ve dillerde de başka başka ifade edilir. Bütün inanç biçimleri aynı Tanrı’yı tanırlar, aynı yaratılış öyküsünü benimserler, itaat yöntemleri (din) ise inanç biçimleri arasında farklılıklar gösterir. Örneğin Müslümanlar domuz yemez, Hıristiyanlarda da kurban geleneği yoktur. Oysa “aynı Tanrı’nın çocukları” olduğumuzu dikkate aldığınızda, yargılanma (ahiret) biçiminin farklı standartları kapsamasının mantıken doğru olamayacağını da bilmemiz gerekir. Bu durumda, hele dinlerin ve inanç biçimlerinin “aynı tanrının çocukları olarak” birbirlerine üstünlüğü olamayacağını da kabul ederseniz, o zaman dünyada sorumlu olduklarımızın bu kadar farklı olmaması gerektiği sonucuna ister istemez varırsınız.
Din hakikatle örtüşebilir mi? Elbette örtüşür. Tanrı inancı çağdan çağa değişiklik gösteremez, ama indirilmiş kitapların anlattıkları da gündelik yaşamın (hakikat) dışında kalamaz. Bu örtüşme ise “akıl” çerçevesinde gerçekleşir. Akıl bize seçme olanağını sağlar, binlerce yıl öncesinde indirilmiş öğretilerin bugünle bağdaşmasını olanaklı kılar, akıl zaten bunun için verilmiştir. Elbette bunu yapmayıp, “ilkelerin” esas olduğunu unutup, değişen şartlara rağmen kuralları (şeriat) ilk günkü biçimde işletmeye çalışabilirsiniz. Üstelik bunu bir ülkü olarak benimseyip, buna devlet kadrolarından tutun, üniversitede okumaya çalışan türbanlı kızları bile alet edebilirsiniz. Hatta politik ve maddi çıkar elde edeceğini sanan kesimlerin (MHP; Cemil İpekçi, ihale avcısı sözüm ona işadamları vb.) işbirliğini de kabul edebilirsiniz. Merkez Bankası’nı taşıyıp, yeni bir payitahtın (hilafetin) başkentini yaratmak düşlerini bile kurabilirsiniz. Sizinle işbirliği yapmadığını düşündüğünüz kamu çalışanlarını tepeden atamalarla, tayinlerle ya da yasalarla devlet yapısının dışına atıp iyice kadrolaşabilirsiniz.
Lakin bütün bu çabaların ortak bir yanılgısı vardır, akıldan uzaklaşmış din öğretisi hakikatle örtüşmez hale gelir. Limitinin üzerinde hızlanmış treni dualar rayda tutamaz, çünkü din size aklınızı kullanmanızı öğütler. Al takke ver külah tayin ettiğiniz “yandaş” cerrahlar, gün gelip sizin de işiniz düştüğünde sağlık sorununuzu gideremez, zira meslek algıları hakikat üzerine (bilimsel gelişmişlik) değil, kendilerine aşılanmış “dünya ile örtüşmeyen” inanç sistemi temeline kuruludur. Bu durumda sağlık sorununuzu çözmek için Amerika’ya gidersiniz. Birileri organ nakli sorununu çözüm geliştirmek için koyun klonlar, siz bundan kurban olup olmayacağını tartışırsınız. İşin kötüsü artık sistemli olarak varmış olduğunuz bu noktada, herkes sizin ağzınızdan çıkacak iki kelimeye baktığından, doğru yolu gösterebilecek hiç kimseyi bulamazsınız, ya o yolu bilmiyorlardır, ya da biat kültürü söylemelerini engeller.
Türkiye dini vecibelerini yerine getirmek isteyenlerin baskı altında olduğu bir ülke değildir. Ama Türkiye, devlet yönetiminin dini temeller üzerine oturtulacağı bir ülke de olamaz. Çünkü din aklı kullanmayı emreder, dini kendi düzenlerini sürdürmeye alet edenler (yobazlar) ise aklın kullanılmasını nafile sayarlar. Bunu bilen yönetim anlayışları (devletler) bu ayrımı “laiklik” ile koyar. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın ışığında, laikliğin aslında türbanla bir alıp veremediği de yoktur, öğretim üyelerinin sakalıyla, bıyığıyla olmaması gerektiği gibi. Ama “ben her şeye rağmen devleti (o hatalı yorumlanan) din eksenine oturtacağım” derseniz, akıl ve hakikatle bağdaşmayan bu yaklaşımın sizi aydınlık yarınlara (ve elbette ahirete) götüremeyeceğini de bilmelisiniz. Bu görebilmek için sadece “aynı tanrının çocukları” olan dünyadaki diğer uluslara bakmanız yeterlidir. Kim ileridedir, kim kimden teknoloji ithal eder, kim sağlık sorunlarını nerede çözmeye çalışır, kim dünya hakikati üzerinde söz sahibidir, kim diktatör ya da kral baskısı altında inlemektedir, kim efradını kayırır ve kim ekmek çalmak ya da çöplükte ekmek aramak zorunda kalır?
Kesinlikle biliyorum ki, “biz dünya deneyimi için gönderildik”, ama bu deneyim “dünya koşullarında” olmak zorundadır. “Ahiret dünyayı fiilen bağlamaz (Tanrı’ya takiyye yapamazsınız)” ve “dünya hakikati” dinin yanlış yorumlanmasıyla sıvanmaz.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın geçen haftaki yazımla ilişkili açıklaması: Geçen hafta yayınlanan “Kömür ekonomisinden türbana uzanan uzun ince yol” başlıklı yazıma Çevre ve Orman Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden aynı gün açıklama geldi. Duyarlılıklarından ötürü teşekkür ediyorum. Her ne kadar ben “bedelsiz” değil, “ihalesiz şartsız” yazmış olsam da, açıklamayı değiştirmeden bilginize aktarıyor ve yorumu size bırakıyorum: “…Yazınızda İstanbul Göztepe’de Bakanlığımızın bağlı kuruluşu olan Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait bir arazinin bedelsiz olarak Taşyapı’ya aktarıldığı iddiası yer almaktadır. Ancak söz konusu arazi Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne ait olmayıp, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün tasarrufundadır. İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürlüğü, adı geçen arazi üzerinde bulunan binalarda uzun yıllar hizmet verdikten sonra 1 Aralık 2007 tarihinde Kartal’daki yeni tesislerine taşınmıştır. Dolayısıyla Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün ve dolayısıyla Bakanlığımızın söz konusu arazi üzerinde bir tasarrufu söz konusu değildir. Bilgilerinize sunulur.”