Bir “biyoenerji” kursunun ortaya çıkarttıkları

Size hafta içi yayınlanan yazılarımızda sağlık dışı, bu sütunda yayınlanan yazılarda ise sağlık alanında bilgi ve görüşler aktarıyoruz. Bu hafta anlatmaya çalışacağımız öykü aslında sağlığın dünya anlayışıyla kesişme noktalarının insanların düşünce yapısında nasıl yoğrulabileceğini ve nasıl bambaşka yorumlara varılabileceğini gösterecek. Zaman zaman kaleme aldığımız “Bilinmeyenin sınırları” yazıları, dünya, tarih, metafizik gibi alanlardaki eksik bilgilerimizi irdelemeyi amaçlıyor. Biz bu eksikleri araştırırken, kitapların da yetmediği noktalarda görüşlere veya diğer kaynaklara başvuruyoruz. Bu kez yol bizi “biyoenerji” alanındaki bir kursa sürükledi. Söz konusu kurs İstanbul’un güzide semtlerinden Etiler’de yapılmakta, biz de bu kursa elbette ücret ödeyerek katıldık. Biyoenerjiyi bilmeyenler için tanımlayalım, daha çok Doğu kaynaklı bir görüşe göre, insanın vücudu bir cins enerji alanını da kapsar. Bu enerji alanı evrensel enerji alanıyla ilişkilidir. Herkes kendi enerji alanına sahip olmakla birlikte, enerji alanının geliştirilerek başkasına aktarılabileceğine, hatta bu yolla hastalıkların da tedavi edilebileceğine inanılır. Reiki vb. öğretilerdeki çakralar, enerji noktaları, hatta kısmen akupunkturun esasları da aslında bu enerji sistemi mantığı üzerine kuruludur.

Kursu veren kişi biyoenerji uzmanı bir hekim, yaptığı işte başarıya ulaştığını, yani tedavi edici uygulamalarda bulunduğunu sözüne güvendiğimiz başka kişilerden de duyduk. Hatta bu kişinin bir de metal bükme, yani çatal-bıçak eğebilme özelliği var. Eline aldığı metali güç uygulamaksızın eğebiliyor, bunun hangi mekanizmayla gerçekleştiğini de bilmiyoruz (bu gibi uygulamaların mantığını ayrıca başka yazılarda irdeleyeceğiz). Ama şahitlerden aldığımız kesin “intiba”, bu beceride (ve şahit olunan diğerlerinde) illüzyon yani göz aldatmacası olmadığı.

Eğitim cehaleti kaldırmaya yetmiyor

Bizim tartışacağımız konu da aslında biyoenerji kavramının esası falan değil. Söz konusu kursa yaklaşık yirmi kişi katılıyor, herkesin ellerinde not defterleri, harıl harıl not tutuyorlar. Anlatılanları biz de ilgiyle izliyoruz, ancak bizim için ilginç olan diğer nokta da, seminerlere katılanların tutumları. Grubun büyük bir kısmı hanım, hemen hemen herkes üniversite mezunu. Bilinmeyenin sınırlarındaki bu bilgileri almak konusundaki çabaları da çok güzel, lakin bu çabaların gerekçesine ilişkin beklentileri dinlediğimizde ister istemez aklımız karışıyor. Zira grubun çoğunluğu kişisel becerilerin artırılmasından çok bir cins “şifacılığı” hedeflemekte, çevrelerindeki insanların sağlık sorunlarına çözüm bulmayı amaçlamakta. Üstelik bu “şifa yeteneğinin” iki üç ders içerisinde ortaya çıkacağı şeklinde olağanüstü hızlı bir beklentileri de var. Katılanlardan biri “enerji topu yaratmada inancının sarsıldığını” ifade ettiğinde ve ardından bunu “ateşlenmiş küçük çocuğunda denediğini, ama başarılı olamadığını” açıkladığında, beklentilerin nereye dek uzandığını şaşkınlıkla görüyoruz. Her ne kadar gereken tıbbi girişim yapılmış olsa da, “üç derste garantili şifa” biçiminde bir yaklaşımın nereye oturtulabileceği konusunda ister istemez dehşete düşüyoruz. Zira grubun önemli bir kısmının uç (dört ders sonraki) hayali kanseri tedavi etmek. Büyük bir şaşkınlıkla “Biz ateşi bile düşürmeyi başaramıyoruz, kanseri ne zaman tedavi edeceğiz?” şeklinde soruların geldiğini görüyoruz.

“Herkesin” ilk hedefi kanseri tedavi etmek

Bu anlattıklarıma güler misiniz, ağlar mısınız bilemiyoruz. Hastalıkların tedavisinde paramedikal yaklaşımlar tıbbın henüz kabul etmediği, olsa olsa deneysel olarak araştırdığı çok geniş kapsamlı bir alanı oluşturur. Bu alanın bir ucunda daha makul olarak kabul edilebilecek, ama asla abartılmaması gereken bitkisel tedaviler (abartılmaması gerekir, çünkü bazı bitkilerin fazla miktarda alınmaları durumunda zehirli etkileri vardır), diğer ucunda da geçerlilikleri konusunda hiçbir kanıt bulunmayan yaklaşımlar bulunmaktadır. Lakin esas ilginç olan üniversite mezunu yüksek eğitimli kesimin bile, “uzun süreli eğitim” gibi, emek ve bireysel gelişim unsurunu göz ardı ederek “kolaylıkla şifacılığa” soyunabileceğidir. Hatta ilk planda tedavi edilebilecek hastalık türleri arasında “kanser” yer almaktadır. Dahası bu yaklaşımın “göbeğe dua yazdırmak” şeklindeki şifa arayışlarından ayrı bir kategoride değerlendirilmesi de mümkün görünmüyor. Sözün özü, cehaletin ve kolaycılığın yüksek eğitimle kolay kolay ortadan kalkmadığını da kabul etmemiz gerekiyor. İnsan kendisini geliştirmedikçe, “üç-beş derste mucize” yaratmaya olan eğilimi varlığını sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir