Geçen haftaki yazımız, son yıllarda hangi hastalıkların arttığını sorguladığımızda birbiriyle ilişkisiz gibi görünen bir tabloyla karşılaşıldığı saptamasıyla bağlanmıştı. Bunlar kalp hastalıkları, diyabet, romatizma, iltihabi bağırsak hastalıkları ve kanser olarak görünüyor. Bu hastalıklar gelişmiş ülkelerde “özellikle büyük şehirlerde” daha sık ortaya çıkıyor, buna karşılık gelişmekte olan ülkelerde de artıyor. Bu hastalıkların hepsine öyle ya da böyle bir enflamasyon (mikropsuz iltihap) eşlik ediyor. Ve bu hastalıkların birbirleriyle çapraz ilişkisi var, yani birinin görüldüğü durumlarda diğerinin görülme olasılığı da yükseliyor. Bu çapraz ilişkiyi saptamak aslında hiç de zor değil, sadece hastaya “başka ne hastalığın var” diye soruyorsunuz, o anlatıyor. Enflamasyona dilimizde verilen karşılık “yangı”, yanmaktan geliyor, yani tıpkı bir romatizmal eklem hastalığında görüldüğü gibi, eklem şişiyor, ağrıyor ve kızarıklık var. bu dokudan örnek aldığınız zaman bağışıklık ve savunma sisteminin hücreleri tarafından işgal edilmiş olduğunu görüyorsunuz, ama mikrop yok. Yani vücut kendi dokusuna karşı reaksiyon veriyor, o yüzden bu hastalıklara otoimmün hastalıklar da deniliyor. Benzer enflamasyon durumu koroner kalp hastalıklarında görülen tıkayıcı aterom plaklarında da var, o nedenle bu hastalıkların bağışıklık sistemiyle ilişkisi hep sorgulandı. Kolesterol de işte bu noktada devreye giriyor, o bölgeye çöküyor.
Vücudun temel molekülü, ama tıkayıcı plakların hamuruna da çöküyor
Kolesterol ve kalp hastalıkları dünyada halen en önde gelen ölüm nedeni. Koroner kalp hastalığının açısından risk faktörleri diyabet, hipertansiyon, gibi etkenler dışında; spordan uzak durmak ve sigara gibi olumsuz etkenler de “yaşam biçimiyle ilişkili” değişkenleri tanımlıyor. Bu kavramlar açısından kimsenin tereddüdü yok, tartışma kolesterol aşamasında ortaya çıkıyor, çünkü kolesterol aslında vücutta da sentezlenen temel moleküllerden birisi. Hücre zar yapısının oluşturulmasında görevi var, beynin ve iç organların doğal yapılarının oluşturulmasında özel bir öneme sahip, vücudun en önemli hormonları da bu maddeden sentezleniyor. Bununla beraber “riski olan” bireylerde gıdalarla alınan kolesterolün aşırı yüksek olması da kalp hastalığına katkıda bulunuyor.
İşte o noktada Batı akademisini temsil eden taraf standart “azı karar çoğu zarar” yaklaşımını benimsiyor ve “yüksekse ilaç kullanılmalıdır” diyor. Diğer taraf ise kolesterolün zaten vücudun esas yapı taşlarından biri olduğunu, kalp-damar hastalıklarındaki sorunun enflamasyon olduğunu vurguluyor. Her iki tarafın da haklı olduğunu gösteren bilimsel deliller mevcut: (1) Kolesterol değerlerinin düşürülmesi ölümcül kalp hastalığı riskini azaltıyor. Yani damar hastalığı olduğu bilinen kişilerde yapılan çalışmalar, “kan kolesterol seviyesini azaltırsanız, damara çöken kolesterol miktarını da azaltırsınız” şeklinde bir sonuca ulaşıyor, bu da doğru görünüyor. Ama beri yanda (2) kolesterolü yüksek bazı toplumlarda kalp hastalığı beklenenin çok altında da görülebiliyor. Bu ikilem deneysel hayvan modelleri için de geçerli. Kolesterol yüksekliği her şeyin anahtarı değil, sağlık sorununun yuvasına oturmasını sağlayan yivlerden biri.
Batı akademisinin zaafı: Sorunları paraya tedavül etmek
Lakin o noktada Batı akademisi kolesterolü önlemeye yönelik ilaçlar olduğundan, bu ilaçların yıllık milyarlarca dolarlık ekonomisinin de baskısıyla aslında görülmesi gereken diğer noktaları gözden uzak tutuyor. Batı akademisi kavramların bütünlüğünün farkına varamadığından ya da birbirine karıştırdığından “ilaçla müdahale edilebilir” noktalara odaklanıyor, zira tıp ekonomisinin motoru da ilaç satışı. Kolesterol damarda tıkanmaya neden olan sertleşmenin oluşumu için ara basamaklardan birisi, düşürülmesi plak oluşumunu ve damar tıkanıklığını azaltıyor. Ancak kolesterol çok büyük olasılıkla bu sürecin tetikleyicisi değil, damar hastalığı enflamasyonla paralel gidiyor, kolesterol oraya çöküyor. Siz kan kolesterol değerini düşürürseniz bir fark elde edebiliyorsunuz, ancak bu durum “bozuk motorun tamir edilmesi yerine arabanın ittirilerek yürütülmesi” gibi bir yaklaşım. Nitekim “yaşam tarzı değişiklikleri” denen kavramı hiç ama hiç yabana atmamak gerekiyor. Çok sayıda deneysel ve klinik araştırma özellikle diyet olmak üzere, yaşam tarzı değişikliklerinin olumlu etkilerini doğruluyor. Örneğin tam tahıllı beslenmenin etkisini sorgulayan MESA çalışması, tahıldan zengin beslenme biçiminin (bunların çoğu endüstriyel gevrekler olsa bile) obezite, insülin direnci, enflamasyon, diyabet ve gizli kalp hastalığına karşı koruyucu etkisinin bulunduğunu gösteriyor (1).
O halde bizim sorgulamamız gereken yukarıdaki beş benzemez hastalık için enflamasyonu başlatan sürecin ne olduğu, bunun neden özellikle büyük şehirlerde ortaya çıktığı (ya da saptandığı, bu olasılığı da göz ardı etmeyin). Dikkatimizi bu tarafa doğru yönelteceğiz.
Kaynak: (1) Lutsey PL, Jacobs Jr DR, Kori S ve ark. Whole grain intake and its cross-sectional association with obesity, insulin resistance, inflammation, diabetes and subclinical CVD: The MESA Study. British Journal of Nutrition 2007; sayfa: 1-9.