Konuyu geçen hafta sigara çerçevesinde tutmamız amaçsız değildi. Sigara dünya bakışından etkilenmeyen bir tüketim unsuru olduğundan “yazıların mantığını” açıklamak için daha makul bir seçenekti. Bu hafta özgürlüklerin sınırı kavramını alkollü içki çerçevesinde irdelemeye çalışacağız.
Günlük yaşam ortalama haliyle akarken, onu dini düsturla yaşamak isteyenlerin olması tamamen haklı bir durumdur. İşte kişisel özgürlük tartışması da bu aşamada başlar. İnsanların kişisel özgürlükleri istedikleri gibi yaşamalarına olanak tanır; ama özgürlüğün sınırı bu kez başkalarının kişisel özgürlüğüdür. Sigara örneğinden hatırlatalım, bütün uyarılara ve bilimsel verilere karşılık alışkanlığı sürdürmek istiyorsa, diğerinin dolaylı zarar görmemesi için “dumansız hava sahası” kesin sınırdır, gider dışarıda içer. Ancak alkollü içecek için başkasına dolaylı zarar yoktur, “kendine hakim olamama, taşkınlık yapma” gibi bir olumsuzluk yoksa sınır zaten korunur.
Dudak temasıyla yarılan toplum
Ancak mesele alkolün dinen yasak olmasından kaynaklanan bir hassasiyetle, “başkasının içmesini doğrudan ya da dolaylı engellemeliyim” aşamasına eriştiğinde sınır geçilmiş olur. Kanun bu gibi durumları önlemek amacıyla ibadethane ya da eğitim kurumları yakınında alkol satışını yasaklar. Merkezi otoritenin alkolle arasının iyi olmadığı açıktır. Kamu kuruluşlarındaki kokteyller “vişne suyu” düzeyindedir, sosyal tesislerde tümden yasaklanmıştır. Bu yaklaşıma eklenen bir de “oto sansür” mekanizması vardır, şirin görünmek isteyen yandaş yalakalar alkollü içecek servisini kendiliklerinden kaldırırlar. Komik olan, alkollü içecek tüketenlerin vergi ve fiyatlandırma nedeniyle ülkenin bütçesinin ana gelir kaynaklarından biri haline gelmeleridir.
Buraya kadar bile özgürlükler açısından hala sorun olmayabilir, esas sorun başkasının yaşamına doğrudan müdahalede çıkar. Dini alkol karşıtlarının “tebliğciler” mantığıyla işi eyleme döküp, meyhaneler sokağı müdavimlerine gidip “sizi uyarıyoruz” demeleri özgürlük değil sınır ve kanun ihlalidir. Normalde alkol satılan bir mekanda, günün bambaşka bir saatinde kahve içmeye gidince “bu fincanlara alkollü dudaklar değmiştir, burada durmam” yaklaşımı ise tam bir felakettir. “Felaket” kelimesini boşuna kullanmıyorum, bu yaklaşım toplumu doğrudan ikiye böler.
Türban mağduriyetinin topuzu nasıl kaçar?
Söz konusu felaketin giderilmesi “İslam dininde hoşgörü esastır” prensibine tabi değildir, doğrudan “hakların sınırı” ile ilişkilidir. Aynı kavramın tersten okunuşu; “oruçlunun karşısında bir şey yememek nezakettir”, düşüncesinde de geçerlidir. Ama oruçlu çıkıp da “sen benim karşımda nasıl kahve içersin” dediği zaman kafası karışmış demektir. Bu anlattığım da hayali örnek değildir, “bir Ramazanın birinci gününün sabah dokuzunda”, yalnız oturduğum kendi odamda, üstelik bir akademisyen meslektaşım tarafından bana söylenmiştir.
Bu açıklamaları neden yapıyoruz, dindar kesim gelecek hafta daha detaylı gireceğimiz özellikle türban konusunda “hayat biçimine müdahaledeki” mağdur ve dezavantajlı konumunu gidermiş, ama kantarın topuzunu da kendi elleriyle kaçırmıştır:
- Caddenin ortasında trafiği durduracak biçimde namaz kılmak, eline rakı kadehini alıp Moda İskelesi’ne gitmek gibi gösteriştir.
- Alkol içmiş dudak fincana değdi diye mekanı terk etmek, “türban takmak gericiliktir” demek kadar akla aykırıdır.
- Mini etek modernliktir demek “alnı secdeye gelince iş bitti” demek kadar kandırmacadır.
Haftaya kızılcık şerbetini kaynatmaya başlayacağız.