Tam ayrılacaktık. Pazar günü öğleden sonrasının hatıra binaen atılan yardım turuydu, tez konusu olacak bir hikaye, kafamda yazıp yazıp durduğum bir Pera masalı belki. “Durak şurada” dedim, “hazır dibine gelmişken ben de doğduğum evi gidip göreceğim …” “Ben de gelebilir miyim” dedi, neden olmasın, önüne gidip döneceğimiz bir yüz metre daha, Kalyoncukulluğu’nun aşağısına sallandık. Anlaşılan olacağı varmış. Evin önüne gelince en üstteki katı gösterdim, “işte burası doğduğum ev” dedim. Sokağın başında duran adamla tanışıklığımız yoktu, işkillenmesin diye cümleler tekrarlandı. “Çıkın yukarı, amcam olur” dedi, “sevinir, size çay demler”.
Nostalji sınırımı sınamak olmasa da amacım, örüntünün kendiliğinden oluştuğunu kavrayacak kadar tecrübeliydim, “olacaksa olurdu”. Bodrumu bir zamanlar kömürlük olan bina boşluğunu uzun uzun kokladım, babam kurbanlık koçu da orada tutmuştu, her geldiğimde sevmiştim de başını duruma aymamıştım. Garip hafızamdaki gibi rutubet kokmuyordu. Postanın bırakıldığı cam önü mermer aynıydı, gacırdayan ahşap merdivenler betona dönse de, her gün bir aşağı bir yukarı tırmandığım basamaklar dik gemi merdivenleri ebadındaydı.
Kapı açıldı, adamcağız alelacele ütüne çekidüzen verirken bizi ön odaya aldı. Doğduğum evde zaten iki oda vardı, ön oda paravanla bölünmüş iki göz, birinde annem yatardı, diğerinde babam ve ben. Babaannemin yattığı antre ortalama bir evin kapı boşluğu, arka oda dediğim mutfak ise taş çatlasın iki katıydı. Meğer ne kadar küçükmüş diye aklımdan geçirdim, benim arka odadan öne sarmaşıklarla uçtuğumu düşündüğüm Tarzancılık hattım sekiz metreyi geçmiyordu.
Ön odadaki paravan kaldırılmış, duvardan duvara halı kaplı, taş çatlasın on beş metre kare bir oda, eşyasız bile çok küçüktü. Yere oturup bağdaş kurduk, çay geldi, sohbet başladı. Abdullah Bey bir bez örtü içinde ceviz kırıp ikram etti, pestile sarıp yedik. Mardinli bir aile, midyecilermiş, köyleri boşaltılınca İstanbul’a göç etmiş, sonunda bir şekilde o kırk metre kare daireyi almışlar. Başlarını sokacakları iki göz ev, zaten eskisi kadar soğuk değil buraları, elektrikli sobayla ısınıyorlar. Bir, belki bir buçuk saat oturduk. Hanım Türkçe bilmese de örüntü yanıma Kürtçe bilen bir öğrenci eklediğinden anlaşmamız zor olmadı. Velhasıl tepeden bakınca kilise de Kasımpaşa da aynıydı. Eskiye benzer tek şey binalar arasında gerili çamaşır manivelaları. Dar sokağın balkonsuz evlerinin tek çözümü çamaşır ipleri baki kalmış.
Karşılıklı telefonları aldık, aradan geçmiş kırk yıl, annem babam yaşında olmasalar da, bu zamanda kapıya gelene çay demleyip ceviz ikram edecek az bulunur, evin yeni sakinlerini ailem belledim. Kaç defa önünden geçip de “içinde kim vardır acep” sorgulamam sükut buldu. Ve elbette diğer soru, “gözlerim dolar mıydı yukarı çıksam”, hayır dolmadı. Yattığım yatağın başında duran koltuk olmasa da yanında duran komodin hala başucumda. Annemin gardırobu, misafir gelince üzerine çay konan küçük sehpa da yanımdalar. Son evlerinden alıp getirdiğim birkaç küçük hatıra, sandık, daktilo her ne varsa… Tevekkeli “ıkış tıkış” derdi annem, sahi biz bu kadar eşyayı nasıl çıkarmışız o dar merdivenlerden?
Çıkarken gönlümde iki yeni dost, aklımda ise evin ne kadar küçük olduğu kaldı. Ya çökerse ya da düşersem diye bir türlü çıkarmadıkları balkon kullanımdaydı. Kapı aralığından elimi uzatıp diktiğim kardan adam olasılıkla bir daha dönmemişti. Annemin leğen koyduğu, benim şişe yüzdürdüğüm tezgaha baktım bir süre. Hissizleşmenin bir biçimi midir diye düşündüm, neden gözlerim dolmamıştı?
Zamanda seyahat edilen o bir buçuk saat belki de nostalji irdelemesini başlatmak için yaşandı, örüntü birden sorgusuz sualsiz gerçekleşti.