Hakkında iddialarda bulunurken iki kere değil, defalarca düşünülmesi gereken kurumlar vardır. Bizim ülkemizde bu kurumlar içerisinde çok değil bundan 20 yıl önce bir çırpıda beş altı tanesini sayabiliyorduk (herkesin bakış açısı ve görüp geçirdiklerinin farklı olduğunu dikkate alarak burada sadece kendi adıma saptamada bulunayım, ordu, polis, adalet, üniversite gibi bir sıralamaya gideyim). Buna karşılık aradan geçen zaman içerisinde önümüze serilen tablo, sadece gençlik saflığımızı yitirmemizden değil elbette, ordu hariç bu kurumların çok ciddi bir biçimde yıprandığını ortaya koydu. Kurumun yıpranmasında belirleyici olan kuşkusuz insan faktörü olduğundan, baki kalan güven sarsılmasının da kuruma değil, orada çalışanlara dayalı olduğu açıktı. Gündelik yaşamımızda hemen hemen hiç kötü insanla karşılaşmıyor olmama rağmen, zaman zaman kötü niyet sınırlarımı bile yaya bırakacak bunca yıpranmışlığın nedenini anlamakta aslında pek zorluk da çekmedim. Yıpranma kişisel hamur bozukluğundan ziyade sistematik bir soruna işaret etmekteydi. Bu sistematik sorunun ana bileşenlerinden biri de kuşkusuz yetersiz ekonomik olanaklardı. Polise sahip olduğu yetki verilen maaşla dengelenemez olduğunda, maddi çıkar uğruna yetkinin kötüye kullanılması olasılığının artacağını kestirmek zor değildi. Lakin eğitim gibi bir alan söz konusu olduğunda, doğrudan rüşvet söz konusu olmasa da, işe yeterince özen gösterilmemesi yaklaşımının sonuçları daha da ağır oluyordu. Aldığı maaştan memnun olmayan doktor ise, hastaları muayenehanesine çekebilmek için hastanedeki işini yavaşlatıyor, hatta hastaya yaklaşım tarzını bile değiştiriyordu.
Genel yozlaşmadan ne yazık ki yargı ve üniversiteler de zaman içerisinde payını aldı. Adalet mekanizması zaten yavaş işliyor olması nedeniyle eleştirilerin hedefi olurken, kamu tarafından yakından izlenen pek çok davanın sonuçsuz kalması ya da olması gerekenin tamamen dışında sonuçlanması toplumun bu alandaki güveninin de ortadan kalkmasına neden oldu. Öte yandan aklın ve bilginin hakim olması gereken başlıca yer olan üniversiteler de bu özelliklerini zamanla yitirdiler, ülkenin içerisinde bulunduğu durumun küçük birer modeline dönüştüler. Dolayısıyla etin kokmaması için tuz ararken, tuzun da koktuğu yerde ne olacağını kimse bilemez oldu. Bütün bu yozlaşma kuşkusuz durup dururken ve birdenbire gerçekleşmedi. Kişisel çıkar peşinde koşma konusunda politikacılar hep en önde oldular, erdemleri ile sahip oldukları gücü korumak yerine, gücü menfaatleri yönünde kullanmayı yeğlediler. Kilit noktalara yapılacak atamalar, o iş için en uygun olanın seçilmesi yerine kendi düşünce yapısıyla en çok bağdaşanın tercih edilmesi şeklinde oldu. Kapıdaki odacıdan hükümet konağındaki kaymakama, valiye dek bu yöntem izlendiğinde sorunun nasıl sistematikleştiğini görmek aslında hiç de zor değil. Sizin kendi zihniyetiniz ya da menfaat tercihiniz doğrultusunda atadığınız kişi de seçimlerinde aynı yöntemi izlerse, ilk başta yapılan hata bir süre sonra sistemin bütününü oluşturur hale geliyor. Biz buna “kadrolaşma” diyoruz, ama beri yanda “yozlaşma” olarak da karşımıza çıkıyor.
Kamu çalışanlarındaki bu genel yozlaşma sadece bir tek kuruma bulaşamadı. Bu kurum orduydu. Tepeden kontrolün nispeten azaldığı bazı sivil uzantılı birimlerde kimi zaman söylentiler çıksa da, ordu gerek yaptığı iş gereği, gerek ilkelere bağlılığı, gerekse kendi iç denetim mekanizmaları sayesinde her zaman güvenilir kalmayı başardı. Dahası ordu Cumhuriyet’in başından beri doğal olarak üstlendiği “koruma ve kollama” görevini, hep kurumsal bilincinin ilk sırasında tutmayı başardı. Rejimi değiştirmeye, devleti bölmeye yönelik bütün girişimler karşılarında fethedilemez tek kale olarak hep orduyu buldular. Bu sözlerimi ister militarist, ister dalkavuk olarak algılayın, ifadenin ardında yatan gerçek hiç değişmedi. Orduya karşı duyulan bu güven toplumun ağırlıklı kesimi tarafından aynen paylaşılmakta, dahası bu güven ordunun bizim çocuklarımızdan oluşuyor olmasından değil, idare mekanizmasına olan inançtan kaynaklanmakta.
“Sözüm ona Şemdinli iddianamesi” ile Orgeneral Büyükanıt’ın bulaştırılmaya çalışıldığı durum bütün bu yukarıda anlattığım bakış açısı nedeniyle büyük önem taşıyor. Aslında bu sözüm ona iddianame Orgeneral Büyükanıt’ı da hedef almıyor kuşkusuz, ülkenin tek yıpranmamış ve en çok güvenilen kurumu olan orduyu hedefliyor, sonuçsuz kalsa bile bir yıpratma politikasının talihsiz niyetini sergiliyor. “Bütün bunlardan daha vahim olmak üzere”, siyasi otorite tarafından yönlendirildiği açık bir savcı tarafından “resmen” hazırlanıyor. Aynı savcı daha Rektör Aşkın’ın kimliğinde üniversiteyi hedef almış ve asılsız kalmış iddianamenin de mimarı.
Devleti yönetenlerin, onu korumayı birinci görevi addeden orduya karşı böyle bir iddianame ile ortaya çıkmalarının değil soruşturma; yıpratma, yozlaşmaya ortak etme gibi dürtüleri bile olamaz, olmamalıdır. Bu olsa olsa “içinde bulundukları durumun ahval ve şeraitini görememek” olarak adlandırılabilir.
Bilmem başka söze gerek var mı?