Turkish American Scientists and Scholars Association’ın (TASSA) toplantısı bu yıl Philadelphia’da yapıldı. Detaylarını daha sonra aktaracağım bu toplantıda benim özellikle bulunmak istememin nedeni “biz neden Ar-Ge yapmakta zorlanıyoruz, neden en yetişkin kadrolarımız başta Amerika olmak üzere yurtdışına yönleniyorlar ve biz onları bir şekilde yeniden Türkiye’ye çekebilir miyiz?” sorularına cevap aramak idi. Bu konuyu tartışmamın en önemli gerekçesi ise Türkiye’de bir Ar-Ge parkı oluşturulması için asgari gerekliliklerin belirlenmesi.
Öncelikle TÜBİTAK verilerine dayanarak konumumuz açısından birkaç saptamada bulunmak istiyorum. Türkiye yüzölçümü, nüfus özellikler, eğitimli işgücü ve uluslararası yönetici güç açısından dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinden geri kalmıyor. Buna karşılık ulusal rekabet gücü açısından 48. (İsrail 25, Malaysiya 28. sırada), sağlık-eğitim-yaşam kalitesini dikkate alan insani gelişmişlik endeksi açısından ise 88. sırada yer alıyor. Dolayısıyla verimlilik çok düşük ve dünya pazarlarındaki payımız da son derece küçük. Bu verilere dayanarak sakın kendimizi tamamen küçümsemeyelim; elbette pek çok alanda ciddi Ar-Ge çalışmamız var. Örneğin Arçelik, Vestel gibi dünya çapındaki şirketlerimizin Ar-Ge çalışmaları yeni ürünler geliştirilmesi açısından son derece başarılı sonuçlar veriyor, öte yandan yazılım konusunda da hiç de azımsanmayacak bir noktadayız. Buna karşılık benim burada sözünü ettiğim ileri teknolojik Ar-Ge’nin sanayinin her alanına taşınması, örneğin yeni materyaller, yeni ilaç molekülleri geliştirilmesi ve bunların üretimlerinin de başarılabilmesi.
Toplantı sırasında çok sayıda Türk bilim adamıyla görüştüm ve cevaplanmasını istediğim soruları kuşkusuz onlara yönelttim. Aldığım yanıtlardan çok net birkaç saptamada bulunmak mümkün. Birincisi, Türkiye’nin mevcut koşullar içerisinde de Ar-Ge yapabilmesinin mümkün olduğu konusunda herkes görüş birliği içerisinde. Ne var ki Ar-Ge yapılabileceğine inanıyor olmak, her alanda ve en uç teknolojiler konusunda gerçekten Ar-Ge yapılabileceği anlamına gelmiyor. Kaynakların kısıtlı olmasına karşılık, elimizde helva yapmak için gereken malzemelerin hepsi bulunmakta, mesele o helvayı gerçekten yapmak isteyip istemediğimizde. Zira Ar-Ge’nin başlıca iki farklı güdümü bulunmakta, bunlardan birisi kuşkusuz hepimizin sahip olması gereken merak duygusunun tatmin edilmesi, ama ekonomik kalkınma açısından bakıldığında pazarlanabilir yeni teknolojiler ve ürünler geliştirilmesi daha ön plana çıkıyor. Yani bilim adamının “ben bilimi bilim için, yani bilimsel tatminimi sağlamak için yaparım” demeye hakkı yok, özellikle kaynakların daha kısıtlı olduğu ülkelerde bilakis yaptığı çalışmanın sonuçlarının ne kadar geri dönüşlü olduğunu hesaba katması da büyük bir önem taşıyor. TÜBİTAK bilimsel araştırma fonları açısından hiç de azımsanmayacak olanaklar sunuyor, üstelik projelerinin akılcı olduğunun kanıtlanması karşılığında söz konusu kaynakları “herkese” sunuyor.
Bilimsel düşüncenin gelişmesi ve Ar-Ge ürününe dönüşmesi için en önemli faktörlerden biri de ortam, yani bir yerde motivasyon, ama daha çok o düşüncenin filizlenmesine izin veren Ar-Ge atmosferi. Zaten ülkemizden yurtdışına göç edilmesine (ve belki de hiç geri dönülmemesine) neden olan başlıca faktörlerden biri bu atmosferin yakalanamaması. Daha somut örnekler verelim, çok büyük şirketlerin Ar-Ge merkezleri genellikle şehrin dışında küçük kasabalar şeklinde oluşturuluyor. Burada yaşayan bilim insanları günün nerdeyse 24 saati hem bilimsel hem de sosyal anlamda ilişki içerisindeler. Dahası binalar bile öyle yapılandırılmış ki, kahve molalarında aynı konuda çalışan farklı gruplar bir araya gelebiliyor ve farklı düşüncelerin oluşturulabilmesi için uygun atmosfer yakalanmış oluyor. İşte bu motivasyonun oluşturulması ve sürdürülmesi, yapılacak maddi yatırımdan çok daha zor. Ancak ülkemiz koşullarında bunun karşısında önemli bir engel var, o da “şarklı” olarak adlandırabileceğimiz zihniyet. Bu zihniyet “yapsam da aynı maaşı alıyorum, yapmasam da” noktasından hareket ediyor, dahası ortamda bir şeyler yapmaya çalışan birilerinin bulunmasına da tahammülsüz. Çok uzağa gitmeyin ve kendi çevrenizde arayın, akşam işten daha geç çıkan, ama buna karşılık daha eksiksiz çalışanlar, yeni yöntem önerilerinde bulunanlar” aslında bu sınıfa giriyor, ancak çoğu kez muhafazakarlık baskısı altında geri çekilmek zorunda kalıyor. İşte yurtdışındaki Ar-Ge gücümüzü geri dönmek aşamasında durduran ana etkenlerden biri bu zihniyet, çalışanın ve çalışmayanın bir tutulduğu, hatta çalışanın baskılandığı “şark” yaklaşımı.
Bir diğer önemli engel ise ekonomik istikrarın sorgulanır olması ve buna bağlı işsizlik korkusu. Bugün çalışılan yerden bağların koparılıp geri dönülmesi sonrasında, yarın bir gün yeni bir tasarruf tedbirleriyle karşılaşılmayacağı güvencesini kimse veremiyor. Oysa Ar-Ge kavramı, tıpkı bir atletin yarışma sezonu dışında bile sürekli antrenman yapması gibi istikrarlı bir çalışma istiyor, sizin bu sürece zaman zaman ara vermeniz yukarıda saydığım nedenlerden ötürü mümkün değil.
Ben aradığım sorulara büyük ölçüde yanıt almış olarak dönüyorum. Saptamalarım kısaca şöyle: 1. Türkiye her alanda şu anki koşullarında da Ar-Ge yapabilir, ancak kaynakların doğru kullanılması kaydıyla. 2. Türkiye yurtdışından alacağı yatırımla dünya çapında bir Ar-Ge üssü olabilir, bugün bu yaklaşımın parlak örnekleri olan İrlanda ve Hindistan en uygun modelleri oluşturuyor. 3. Yurtdışındaki bilim adamlarımızın çalışmalarını ülkelerinde sürdürmek konusunda fazlasıyla istekli ve özverili olmalarına karşılık, ekonomik istikrar ve Ar-Ge atmosferinin sürdürülebilirliği önemli kriterlerden biri. 4. Ar-Ge için gerekli yatırım ortamının sağlanması durumunda yabancı sermayenin ülkemize gelmesi için hiçbir engel yok.