Emlak için geçerli olan “en iyi yerlerin daha önce tutulmuş olması ve peşi sıra gelen yağmacılık” kavramı insanlar için de geçerli görünmektedir. Konu yalnızlığın prototipi sayılabilecek Ally McBeal karakteri tarafından açık bir biçimde dile getirilir: “En iyiler zaten hep kapışılmıştır”; geride kalanlar ya evli ya da dikkate alınmayacak kadar özelliksiz olanlardır (*). Konuyu hemen aşk ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek yakışıksız olur, kavram insan ilişkilerinin neredeyse bütünü için geçerlidir. McBeal “evlenesi” tanımını yaparken tutarsız bir “en iyi” kavramına gönderme yapar, oysa “evlenesilik” durumu sadece dış görünüş, mevki gibi kavramlarla ilişkili değildir. McBeal’in hayalini kimin karşılayacağını kestirmek güçtür, farazi olsa da “yakışıklı, konum sahibi, karizmatik…” özelliklerini atfettiğini varsayabiliriz. Aynı yaklaşım erkekler tarafından da “güzel, alımlı, şefkatli…” gibi farazi karşılıklar bulabilir. (İşin bu kısmına “kadınlar ne ister” bağlığı altında yeniden döneceğiz, “erkekler ne ister” de başka bir yazı konusudur)
İnsanlar binalara benzemez
Ne var ki “en iyilik” durumu, insanlar söz konusu olduğunda binalara benzemez. Bina oraya ilk gelenler ya da ardılları tarafından “en güzeli” hedeflenerek sadece bir kere yapılır; masrafları üstlenen sahibidir, ama ona ruhunu veren mimarı bile değil, içinde yaşayanlar olacaktır. Bu durum şehrin kesin kabul görmüş ana caddelerinde daha belirgin hissedilir, binalar koruma altında oldukları sürece insanlar değişse bile şehrin görünüşü özelliğini kaybetmez. Beyoğlu’nun iki arabanın yan yana geçemeyeceği Taksim’e uzanan eski siluetinin, Grand Rue de Pera’ya (bugünkü İstiklal Caddesi) dönüşümü mahalleleri kapsayacak büyük İstanbul yangınlarının dolaylı çıktısıdır. O zamanın belediyesini kuranlar üslup arayışına girmişler, küle dönmüş ahşap binalardan yığma sanat eserleri inşa etmişlerdir. Bunların çoğu mimarlıkta ders olarak okutulabilecek örneklerdir ve kalıcıdırlar.
Oysa insanlar doğuştan mükemmel doğmazlar, onların doğal elde edebilecekleri tek şey kısmete tabi ana-baba çıktısı fiziksel özellikleridir. Sık sık söylediğimiz gibi, insanlar o halleriyle olsa olsa biblo özelliği gösterirler; o halde binaların aksine insanlar kendilerini aslında yine kendi çabalarıyla yaratırlar. Becerebilirlerse bu çaba en çok kültürlerinde karşılık bulur, toplum tarafından kabul görürler. Oysa aranan özellik her zaman kültür de olmayabilir. Diyelim ki satış elemanı arıyorsunuz, en iyi satış elemanı elbette en çok satışı yapan kişi olacaktır. O kişiyi oluşturmanın iki yolu olduğunu söylesek herhalde yanılmış olmayız. Köklü müesseseler işe aldıkları tecrübesizlere kendi kültürlerini aşılayarak yeni bir yıldız yaratırlar, dertleri sadece para kazanmak olanlar ise yetişmiş satış elemanını (portföyüyle birlikte) transfer ederler.
Yetiştirme, hazırını transfer et
Bu yaklaşım bir futbol takımının genç takımdan A takımına oyuncu yetiştirmesinden farklı değildir. Kurum kültürü varsa yeni eleman bulma sıkıntısı yoktur, genç yetenekler çabaları karşılığında ustalaşıp yükselirler. Oysa aksi olduğunda, yani eleman yetiştirmek yerine yetişmişini bedeli karşılığında aramaya başladığınızda aynı “yağmacılık” düşüncesi ortaya çıkar. Bu noktada, bir takımın ihtiyacını kendi genç kaynaklarından karşılayamaması halinde o pozisyona uygun birini transfer etmesinden söz etmiyoruz. Yağmacılık, oyuncu yetiştirmeye uğraşmaksızın “para karşılığında” yetişmiş olanların elde edilmesidir. Bunun nedeni sadece kolaya kaçmak değildir, taraftar artık kiminle ve neye karşılık olduğu önemli olmayan bir şampiyonluk beklentisine girmiş, takımın yeni yıldız yetiştirmesi hassasiyetini çoktan yitirmiştir. Bu koşullarda başka bir ülkeden gelen sporcuya vatandaşlık vererek dünya şampiyonu bile satın alınabilir.
Ally McBeal’in “en iyiler çoktan kapışılmıştır” yaklaşımı maalesef hatalıdır, ama “kullanıma hazır bir en iyi” arayışında olmak yağmacılığın temel dürtüsüdür.
(*) Ally McBeal Sendromu (Ekşi Sözlük, poison): Fiziksel özelliklerinden; sütun bacaklarından ve anoreksik vücudundan geçersek, kimsenin içinde bulunmak istemeyeceği bir sendromdur bu sendrom. Çünkü her ne kadar iş hayatında başarılı ve kendini ezdirmeyen bir kadın olsa da özel hayatında son derece bahtsız ve mutsuz bir kadın olarak tasvir edilmiştir ally mcbeal. hayatında tek âşık olduğu adamla, ilk aşkıyla ve onun inanılmaz güzellikteki karısıyla aynı büroda çalışmak zorunda olması ve bu adamı bir türlü unutamaması bütün hayatını etkiler, hiçbir ilişkisinden haz alamaması ve hüsranla biten bir yığın saçma salak ilişki artığıyla baş başa kalmasına sebep olur. Bu bize gülümseyebileceğimiz ve belki de özenebileceğimiz bir katlanılabilirlikte sunulmuş olsa da, birbirini unutamayan ve acı çeken insanların hikayesi tanıdık geliyorsa iç çektirir, dizinin Ally’si değil Renee’si olmak ister insan. Dizideki bu karakterin bahtsızlığından biraz olsun nasibini almış insanlar için var olmayan, var olduğu düşünülemeyen saçma sendromdur.