Zaman konusunda fazla bir şey bilmediğimizi söylemek akla aykırı gelse de, mantık süzgecinden geçirirseniz geçerli bir savdır. Biz zamanı saatin tik-takları ile ölçer, akışının lineer, yani çizgisel olduğunu varsayarız. Saniyeler, dakikalar, saatler, günler geçerken; yıllar, on yıllar, yüzyıllar ya da binyılların da biriktiği sonucuna varırız. Ölçümün başlangıç noktası Milat ya da Hicret fark etmez, belli bir olaydır. Bu genel hafızanın “sıfır” olarak belirlediği andır, öncesi ve sonrası yine aynı ölçüm birimiyle belirlenir. Bu genel ölçüm biçimi “sosyolojik zaman” açısından bireysel ölçekte de geçerlidir. Okuldan mezun olma, askere gitme, şirketi kurma, evlenme gibi sosyal durumu değiştiren olaylar kişisel milatları oluşturur.
Zamanın ölçüm yöntemi esasında benzerdir. Gölge uzunluğunu dikkate alırsanız güneş saati, kabın boşalmasını dikkate alırsanız su ya da kum saati, sarkaç prensibiyle zemberekli saat oluşturabilirsiniz. Bunların uç örneği kuasar denen gök cisimlerinin sinyalleridir, ölçüm daha sabit, daha kesin hale gelir. Sürekli yineleyen döngülerin canlı sistemlerde de karşılığı vardır, canlının vücudu kendisi anlamasa bile belli aralıklarla sinyaller üretir. Kalp de bir yerde saat özelliği gösterir, biyolojik gün döngüsü de aslında salınım yapan sarkaçtan fazlası değildir. Ne var ki “sürekli yineleyen olay” mantığı bütün saat sistemlerinin esasını oluştursa da zamanın kendisi konusunda bilgi vermez.
Zamanın algılanması görecelidir
Oysa insanın algısına baktığınızda zaman kavramı değişir. Algıdaki zaman su saati özelliği göstermez, bilakis hızlanıp (ivmelenme) yavaşlayabilir. Çok güzel anlar hızlı geçerken, daralma dönemlerinin yavaş geçtiği genel kabul görür, Einstein’ın görecelilik prensibiyle de çelişmez. Kaç yaşta olunduğu bile zamanın algısını değiştirir, yaşlanmanın zamanı akışının hızlandırdığı şeklinde ortak deneyim günlük yaşamda sık dile getirilir.
Dolayısıyla insanın algısında zaman, mutlak varlığı üzerinden değil, daha çok bir şeylerin değiştiği üzerinden kurgulanır. Köyde dış uyaranlardan uzak yaşayan biri için akmakta olan zamanın hızı, şehirde oradan oraya yetişmeye çalışan birinden yavaş olacaktır. Nitekim fizikte de zaman kavramı bir yerden bir yere geçiş eylemi, yani hız kavramı ile doğar. Bir cisim önce bir yerde, sonra başka bir yerde olabiliyorsa, mantık bu iki hal arasında bir sürenin olması gerektiği sonucuna götürür. Kuantum ise bunu dışlar, anlık sıçramanın olabileceği düşüncesi sav değil, kanıtlanmış bir durumdur.
Saatin tik-takları zamandan farklıdır
O halde “düşünüyorum o halde varım” algısı zaman için de geçerlidir. Descartes’in bu sözü aklın çalıştırılma becerisine bir güzelleme değildir. İnsanın kendisinin varlığını fark edebilmesi ancak düşünme eylemiyle gerçekleştiğinden “var olmanın bilinmesi” ile sonuçlanır. Oysa düşünme eylemini gerçekleştirmek bile zamanın var olmasını gerektirmez. Zamanın varlığı “düşündüğünün algılanması” gibi özneldir.
Peki saatin sürekli tekrarlamasının hiç mi anlamı yoktur, zaman için açık bir gösterge değil midir? Muhtemelen değil, bir şeyin tekrarlaması sadece ritmi verir. Ritim zamandan farklıdır, düzlemsel değildir, kendi içinde döngülerle tekrarlar, “tik” ve “tak” varsayılan zaman gibi bir çizgi oluşturmaz, aynı noktanın varlığı ve yokluğunu ifade ettiğinden daha çok kuantuma benzer. Notalar tek başlarına sadece bir “durumdur”, partisyon bu durumları eşit aralıklara bölerek ritmin sıklığını ayarlar. Gam tonu verir, ama onu bir melodiye büründüren yine insanın algısıdır.
O halde mantıken zamanın var olduğunu reddetmek mümkün müdür? İrdelenmeye değer görünüyor.