Toplumumuzda ve basında geçen haftaların en çok dile getirilen klişesi kuşkusuz “mahalle baskısı” oldu. Siz ne kadar karşılaştınız mahalle baskısı ile bilemiyorum ama, mahalle baskısı benim hafızamın ve günlük yaşamımın her zaman bir parçası olageldi. Malum ben Beyoğlu’nun aşağı mahallelerinde büyüdüm, söz konusu baskı o zaman da vardı, ama birilerinin diretmelerinden çok “ayıp olur” kaygısıydı. Kuşkusuz bugün ifade edilmeye çalışılan mahalle baskısı kişinin kendi ikileminde kalıp, olanı aleni beyan etmeme seçimi değil. Bugün için söz konusu olan mahalle baskısı, iktidardan cesaret bulan birilerinin milleti “nizama sokmak” saplantısıyla iplerini koparmaları. Ancak baskının temeline indiğinizde her iki kavramın birbirinden çok net sınırlarla ayrılamayacağını göreceksiniz, o nedenle orta yaş kuşağının bugün gülümseyerek anımsayacağı bazı hafıza kırıntılarını izninizle paylaşmak istiyorum.
Çok değil bir otuz yıl öncesinde (erkek okuyucularımız daha iyi anımsayacaklardır), ülkemize erkek dergileri ilk defa girdiğinde, en çok satanlar listesinin başına yerleştiler. Bugün internetin sunduğu olasılıklar yanında birer çocuk kitabı sayılabilecek masumiyette olan bu dergiler, satın alma aşamasında hiç de küçümsenmeyecek bir azap oluşturdular. Elbette müdavimler ve bayiler bunun için de kısa zamanda bir yöntem geliştirdiler, bir gazete ile birlikte alındığında, satıcı gazeteyi katlayıp dergiyi içine yerleştirerek çözümü sundu. Peki neden? Elbette mahalle baskısı, bir erkek dergisi alıyor olmanın başkaları tarafından görülüp, ayıplanabileceği düşüncesi idi insanları sıkıntıya sokan.
Muhtemelen aynı zamanlardı, sınıfın bıçkınlarından Erman, okulun en güzel kızlarından birine aşık olmuştu ki, sırıl sıklam. Lakin o yaşta (üstelik ileride evliliğe varacak olan) bu aşk durduğu yerde kalmadı. Lakin Erman bütün bıçkınlığına rağmen eczacıdan prezervatif istemek konusunda “mahalle baskısı” altındaydı. Prezervatif satın alma vazifesi de, mutluluğuna zeval gelmesin diye bizim omuzlarımıza yüklenmişti. Belli ki sorun başkasının olduğunda, mahalle baskısı geri plana itilebiliyordu.
Alkol kullanmak çoğu kişinin hoşuna gitse de, her nevinin bakkaldan alıverişi gazete kamuflajıyla gerçekleştirilir. Bakkallar şişenin ya da kutunun gazete kağıdına sarılması, ya da en azından içini göstermeyecek siyah bir poşete konulması konusunda adı konmamış bir eylem birliği içerisindedir. Bu durum aslında “mahalle baskısının” bakkal versiyonundan başka bir şey de değildi, ancak bugün marketlerde bile “reyon kamuflajı” boyutuna ulaştı.
Yukarıda saydığım ve sayamadığım yüzlerce örnek mahalle baskısı olarak bizim geçmişimize ve günümüze kazındı. Ne var ki bunların hepsi ayıplanmak korkusuyla bizim kendi içimizde yarattığımız baskılardı. Mahalle baskısı olarak adlandırabileceğim en önemli örneklerden birine bundan on değil, yirmi yıl önce Üsküdar’da tanık oldum. Genç bir adam bas bas bağırarak oradan geçmekte olan bir kızın eteğine sövüyordu ki, ne sövmek. Etek dizin biraz üzerinde, ama asla mini sayılacak kadar kısa değildi. Hafızamda hala fazlasıyla canlıdır, nefreti unutmam asla mümkün olmadı.
Sözün özü, bizim toplumumuz ne kadar aydın düşünceyle yetiştirilmeye çalışılırsa çalışılsın, geleneklerindeki özelliklerden bu kadar hızlı farklılaşmadan hep sıkıntı duyar olmuştur. Nasıl oturulup kalkılacağı, büyüklerin yanında nasıl konuşulacağı bize sadece bir aile terbiyesi olarak değil, karşıtının nezaket ve ahlak kurallarıyla asla bağdaşmadığı şeklinde verilmeye çalışılmıştır. Cinsellik zaten bir tabudur, konuşulması bile hoş karşılanmaz. Ortalama toplum geleneğinden biraz dahi uzaklaşılması doğru görülmez. Hele 12 Eylül sonrası sindirilmişlik yok mu, “çıkıntılık” olabilecek her türlü davranışın disiplin altına alınmasıyla ilişkilendirilmiştir. Üstelik bu yaklaşım “aman ne geride kalın, ne de önde yürüyün” diye bize resmen öğretilmiştir. Durum böyle olunca mahalle baskısı denen dayatmaya çok da dirençli olduğumuz söylenemez.
Şimdilerde hep Malezya’ya benzer miyiz diye konuşuluyor. Yanıtını vereyim, evet benzeriz, ilerisine de geçebiliriz. Ama biz beri yanda Amerika da oluruz, hatta çizgi romanlarda anlatılan “Vahşi Batı”ya da dönüşebiliriz. Mahalle baskısı ister ahlak anlayışımızdan deyin, ister geleneklerimizden, isterse sindirilmişliğimizden, hep vardı. Esas sorun bu baskıya ne kadar dayanabileceğimizde. Malum, geleneklerine bağlı olarak yetiştirilmeye çalışılmış, ama bu derin gelenekleri akılla birleştirip sindirmek yerine, kurallar manzumesi olarak almaya alışmış bu toplum, sırf nezaket olsun diye sesini çıkartmayacaktır. Durum böyle olunca, hakların korunması bireyin ötesinde devletin ana sorumluluğu haline geliyor. Bugün üniversitede türban özgürlüğü, yemekhanede Ramazan tadilatı, otobüste namaz molası şeklindeki dayatma, yarın ana kurallar manzumesi (Anayasa) olacaksa, “bir zümrenin ya da inancın diğerine üstünlük sağlaması” halini alacaktır.
Ve işte ben bu zihniyete katılmıyorum, katılamam.