Küresel ısınma Türkiye’nin “yakın” geleceğini tehdit ediyor

Yaşadığımız günlerde olan bitenin vardığı noktayı benden iyi biliyorsunuz, benim sizin dikkatini yoğunlaştırmanızı istediğim önemli bir diğer konu ise küresel ısınma ve bunun Türkiye’ye olacak olacak. Bu hafta içerisinde İTÜ Meteoroloji Mühendisliği’nden Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun iklim değişikliğinin bizi birkaç on yıl içerisinde sürükleyeceği konumu dinledim. Öncelikle altını çizmek gerekiyor ki, iklim değişikliği ve buna bağlı kıtlık gibi durumlar genellikle sosyal dalgalanmalarla ilişkili. Bu nedenle iklim değişikliğine sadece çevre sorunu olarak değil, aynı zamanda bir sosyal sorun olarak da bakmamız ve önlemlerimizi bu doğrultuda almamız gerekiyor.

Öncelikle ilk cevap verilmesi gereken soruyu soralım: Küresel ısınma gerçek mi? Bu sorunun cevabı tartışmasız “evet”, dünyanın ortalama sıcaklığı 1980’den bu yana ortalama 1 derece arttı. 2003 yılında Avrupa’da 35.118 kişi sıcak hava nedeniyle hayatını kaybetti. Aslında ısınma-soğuma döngüleri dünyanın geçmişinde de mevcut, arktik buzlar, ağaçların büyüme halkaları iklim değişiklikleri konusunda ayrıntılı bilgi verebilmekte. Hava sıcaklığının yaklaşık 1 derecelik değişim 150 bin yıllık periyodlarla, sıcak ve soğuk (buzlanmalar) dönemleri belirlemekte. Ancak son ısınma dalgasını öncekilerden ayıran en önemli özellik çok hızlı ve doğrudan insanların çevreye olan saygısızlığının ürünü olması. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli söz konusu değişimin insan kaynaklı olduğunu açıkça göstermekte, bunun en önemli kaynağı ise sera gazları. 1750 yılında sanayi devriminin olmasıyla birlikte kömür ve petrol gibi yakıt kaynaklarına eğilim başladığından karbondioksit emisyonu artıyor. 440.000 yıl öncesine göre karbon dioksit miktarı aşırı artmış durumda. Emisyon artışının temel nedeni kuzey ülkeleri, zarar görenler ise güneyde kalan ülkeler, ancak en önemli etkiler kuzey yarımkürede beklenmekte. Bataklıkları kurutulup, ormanların tarım arazilerine çevrilmesi, yağmur ormanlarının ortadan kaldırılması önemli bir etken. Bunun sonucunda yağmur bulutları kuzeye yönelmekte, fırtınaların yönleri değişmekte. Kar yağışlarının yerini yağmur alacak, şehirler ısı adası oluşturduğundan yağışlar ya yağmur ya da yağamadan buharlaşma şeklinde gerçekleşecek. Kuş sayısı kitlesel olarak azalmakta, mercanlar sararıp ölmekte, buna bağlı plankton ölümü ve balık göçleri görülmekte. Dağlardaki buzullar azalmakta, kar miktarı azaldıkça ısı tutulması miktarı artar. Bu erime dünyanın ısınmasını hızlandıran bir ek faktör, güneş ışınlarını yansıtıcı etki ortadan kalkacağından daha fazla ısı tutulacak. Türkiye sıcaklığı artarken kuraklaşan bir bölgede yer alacağından, iklim değişimini ciddi sonuçları olması beklenmekte. 2030’da sadece Karadeniz bölgesinde yağış artışı beklenmekte. Akdeniz iklimi kışın yağış alamadığından çok büyük bir sorun yaşanacak.

Kuraklığın tek nedeni yağış olmaması değil.Türkiye’de yağışların dağılımı yersel ve zamansal olarak eşit değil. Türkiye nüfusu arttıkça kişi başına düşen su miktarı zaten azalacak. Yıllık kişi başına düşen su miktarı 1990’da 3070, 2050’de 1240 metreküpe düşecek. Deniz suları yükseleceğinden, yeraltı su kaynakları buna bağlı olarak tuzlanacak, dahası kıyıları su basacak. Sıcaklık artışına bağlı kene gibi vektörlerle taşınan bulaşıcı hastalıklarda artış bekleniyor. Sivri sineklerin ve buz örtüsünün yukarı kayması beklenmekte. İklim değişimi nedeniyle rekolte düşüşü beklenmekte. Bütün bitkilerin istediği bir sıcaklık durumu olduğundan, buna bağlı tarım dağılımı da değişecektir. Ülkeler bu yeni duruma adaptasyon senaryolarını şimdiden belirliyorlar. Örneğin Uganda’da hava sıcaklığının 2 derece artması kahve yetiştirilen arazilerin değişiminde neden olacak. Bunu dikkate alan Uganda devleti, güneydeki bakir alanların kirletilmeden kalması için şimdiden önlemini almış durumda.

Türkiye su kaynakları açısından zengin bir ülke değil. Dahası sadece geçtiğimiz yaz dönemi içerisinde çok sayıda su havzamız kurudu. Bunun temel nedeni yağışın az olması değil, var olan su kaynaklarının bilinçsiz ve savurganca tüketilmesi idi. Damlama sulama olarak adlandırılan doğrudan bitkinin kökünü sulama yerine, püskürterek yapılan sulama çok miktarda su, ama beraberinde toprak kaybına da (erezyona) neden oluyor. Beri yanda aşırı sulamaya bağlı olarak, toprağın derinindeki tuz yüzeye çıkarak tuzlanmaya ve verim kaybına yol açıyor. Yağış olmaması durumunda akarsuların aşırı kullanılması, su havzalarının ve buradaki yaşamın ortadan kalkmasına neden oluyor. Söz konusu durumun son örneği, İstanbul’a su sağlamak amacıyla Longoz Ormanları’nın göreceği zarar. Beri yandan verimli araziler rezerv olarak korunmak yerine, sanayi yatırımlarına açılıyor.

Çevre dengesi kısa süre içerisinde kurulabilen doğal bir süreç değil. Türkiye olarak kendi topraklarımıza sahip çıkmıyoruz, su kaynaklarımızı kollamıyoruz, geleceğe yönelik alternatif planlar üretmiyoruz. Ülke bütünlüğümüzü tehdit eden PKK’ya karşı tek bir vücut olabiliyoruz, zaten sahibi olduğumuz değerleri geri dönüşsüz olarak tüketmek konusunda kılımız kıpırdamıyor. İlelebet payidar kalacağına yemin ettiğimiz bu devletin, çok değil bir yirmi yıl içinde insanca yaşayabileceği bir ülkesi zaten kalmayacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir