Çökme kavramı eskiden beri kullanılan “üstüne konma” kavramının günümüze uyarlanmış biçimidir. Ticari faaliyet içinde olanlar dahil, insanların sadece küçük bir kısmı edindikleri birikimi yatırıma çevirebilirler. Bunun temel nedeni ortalama insanın ortalama koşullarda edinebileceği kazancın yatırım söz konusu olmayacak kadar kısıtlı olmasıdır. Toplumun çoğunluğu günübirlik yaşar, gereksinimlerinden fazlasını kazansa da biriktiremez, biriktirse bile bu ihtiyat akçesi düzeyini geçmez, emekli olabilirse maaşla idare eder.
Ticaret erbabı olmak kavramı bu noktada doğar. Ticaret kötü bir şey değildir, ancak istisnai durumlar dışında bir kuşağın edinebileceği birikim sadece marka payını oluşturur, ortaya çıkan markayı sonrakilerin sahiplenmesi gerçek birikimi ortaya çıkarır. Menkul kıymetler kavramının bugünkü derinliğine erişmediği zamanlarda elde edilen kazancın birikime dönüştürülmesinin ana yöntemi bunun taşınmazlara yatırılması, arsa ve üzerine kurulacak binaya dönüştürülmesidir. Bina yeterince sağlam ve katma değeri yüksek biçimde inşa edilebilirse ortaya çıkacak kira gelirleri birikerek yenilerinin kapısını aralar; beri yandan vakıf kavramının da esasını oluşturur. Buna “malik olunan şey” anlamında mülk denir.
Çökme kavramı hukuksuzluktan doğar
Üstüne konmak kavramı genellikle mülk ima edilerek kullanılır. Bir kişi varis olarak aileden kalan mülke çalışmaksızın sahip olabileceği gibi, ortaklıklarda ticari ayak oyunları ya da sosyal çalkantılarda önce devlete ve ardından şahıslara intikal eden mülk de üstüne konmanın diğer biçimleridir. Günümüzde çok kullanılan “çökme” kavramı ise üstüne konmanın hukuku tamamen dışlamış biçimidir. Burada yine bir mülk ya da şehrin göbeğindeki otopark arsası, bakkalın olmadığı yerleşkede market ruhsatı gibi “kaçınılmaz kazanç” söz konusudur, Olası kar marjı çok büyüktür, ama sahip olan kişi bunu satmak istememektedir.
İşte bu durumda iş hukuki ya da gönüllü yollarla yapılamayacağından araya kaba kuvvet girmek zorundadır. Kaba kuvvet birine başvurarak korkutmak olabileceği gibi, devletin bilgisi ve makamın sahibinin doğrudan ya da dolaylı menfaati ile de gerçekleştirilebilir. Çoğu makam sahibi cebine atmaz, “suyun başını tutmaktadır”, su kendi küpüne akmasa bile “dağıtma hazzını” tatması yeterlidir, üstelik yaklaşım milli değerler vb. ile süslenmeye açıktır. Aslında ortada hukuksuz olduğu kadar ahlaksız da olan bir yaklaşım vardır. Hukukun olmaması nedeniyle tehdidin muhatabı olan kişi de benzer kuvvete yardım amacıyla başvurur, kimin kuvveti daha güçlüyse o kazanır. Bu aslında “çok malın haramsız olamayacağı” ilkesinin bir başka tezahürüdür, hukuk yoksa bütün büyük devletler ya da şirketler hakimiyet alanlarını genişletmek için bu kurala tabidir.
Kurtarıldığı kadarı kardır prensibi
Bunca dertle uğraşmak istemeyip boyun eğenler genellikle aile şirketlerinin üçüncü kuşaklarıdır, söz bu kez “yaşadığımız kadar daha mı yaşayacağız” biçimine dönüşür. Ortada aslında dedelerin kurduğu başarılı bir sistem vardır, babalar bu sistemi geliştirmiştir. Konunun aslına alakasız kalan ve sadece işletmeciliğine yönelen torunlar değişen koşullar karşısında ister istemez çaresiz kalırlar. Doğu Hindistan Şirketi’nin uzun soluklu başarısının nedeni olan “yönetim kurulunun şirket sahiplerinden ayrıştırılması” ilkesi Türkiye’deki aile şirketlerinin çoğunun ayağına dolanan temel hatadır. Bu coğrafyadaki aile şirketleri küçük boyutta kalırlarsa yaşarlar, ama büyük ölçekli aile işletmesi ortaya çıkamaz.
“Yaşadığımız kadar daha mı yaşayacağız” noktası bile aslında geri dönüşlüdür, kişi haklarını bırakır, ama çok büyük bir gelirle gününü gün eder. Bunu da başaramayanlar için, ister üzerine konanlar, isterse çökenler olsun tahammül sınırı “inceldiği yerden kopmasıdır”. Bu yaklaşım kulağa basit gelse bile aynı derecede masum değildir. Artık ister istemez bir ayrışmanın olacağı kabul edilmiştir, çatışma eninde sonunda yaşanır, vazgeçmek zorunda kalanlar “kurtarıldığı kadarı kardır” sözünü benimser.
Göründüğü kadarıyla yaşadığımız süreç de bundan fazlası değildir.