Çok değil bundan üç on yıl önce yeni yetişen gürbüz bir fidandım. Henüz hiç dalım, budağım ve hatta yaprağım bile yoktu. Hani fidan gibi derler ya, işte öyle bir fidan, lakin nereden esse rüzgar o yana eğilirdim. Daha güneş nedir, fırtına nedir, hatta yağmuru bile bilmezdim. Çok da verimli olmayan bir toprakta bir an önce büyümekti hayalim, gerinir gerinirdim. Çok yakın değil ama çok da uzak olmayan bir yolda kardeşlerim de vardı. Onlar da birer fidan, benden az kısa ya da uzun, rüzgarla eğilip kalkarlardı. Söyleşecek birini bulamamak çok kötü, bazen aşağı köyden adamlar gelirdi, onlara çığırırdık. Bazen birkaç inek ve keçi, henüz olmayan yapraklarımıza bakar, imrenirdi. Aslında biraz etim budum olsa, belki birileri gelir altımda demlenirdi. Oysa henüz bütün varlığım üstümdeki gök ve buluttu. Hep uzamaktı gayemiz.
Çok değil iki on yıl önce artık genç bir ağaçtım. Hayli bol yaprağım vardı artık, kışın döksem bile, baharın ilk günleri çok geçmez çiçek bile açardım. Hatta böcekler toplanırdı etrafıma, bu uçsuz bucaksız ovada birçok genç ağaç, böceklere yuva olurduk. Bazen gerçekten dayanıp gövdeme birileri öylece uyurdu. Onları saramasak da yapraklarımız gölge olurdu. Lakin ilk baltayla da o zaman tanıştık. Benim serpilen dallarımı kestiler, karşımdaki daha bir payını aldı. Hangimizin taşan bir dalı varsa fazladan kenara, balta zoruyla budandı. Bizden düz ağaçlar olmamızı istiyorlardı besbelli, düz, düpedüz ağaçlar, ileride odun olacaklar, düz olsunlar ki her işe gelir, düz olsunlar ki kolay işlenir. Az aşağıdaki ağaç daha az şanslıydı. Gövdesi nerdeyse yana yatmış, dalları kavislerle birbirine geçmiş. “Ne köy olur dediler ne kasaba”, ne gövdesi düzdü, ne meyvesi hoştu, derken geçmeden bir saat o ağaç toprakla buluştu.
Ben diğerlerinin aksine onu çok severdim, bana bir kere demişti ya “boyunu boş ver kökünü güçlendir, gökler ulaşmak için çok uzak, ama köklerdir seni toprakla birleştirecek, hayata bağlayacak. Bakma göklerde ışık ve güneş boldur, ama köklerin senin görünmez gururundur.” Aslında tamamen anlamamıştım, uzun gür bir ağaç olmak vardı, yüksek mi yüksek, dallarına kuşlar konacak, baykuşlar tüneyecek. Köklerin bu kadar önemi neydi? Ama onca yaşına hürmet yine de dinledim, iki dalıma versem hiç olmazsa bir de köküme verdim.
Bir sonraki kış çok çetin geçmişti, o uzun mu uzun ağaçlar yere devrilmişti. Oysa benim dalıma inat köklerim derindi. Sallandım, sallandım, ama devrilmedim. Sadece küçük bir dal gövdemden ayrıldı, ama bu sağlam köklerle hayatta kalmak kolaydı. Köklere dair fazlası da vardı, ben köklerimi saldıkça derine, gökte gördüklerimin tersine bir değil binlerce yaşam eteğime dolandı. Bu sanki bambaşka bir şeydi. İşte o zaman öğrendim, beni var eden dallarım değildi, toprağa saplanan derin köklerimdi.
Lakin bundan tam bir buçuk yıl önce durum iyice değişti. Ellerinde motorla geldiler, beni, ve diğerlerini gösterdiler. “Zamanı gelmişti” dedi biri. Baktım o, onca dibimde oturttuğum, sesimle uyuttuğum hergeleydi. “Zaten artık gerek de kalmadı, burası bina olacak, ağaçlar inşaatta kullanılacak!”. Şaşırmıştım, topumuz birden galiba yok olacaktık. Benden uzunlar bir bir gitti testere sesinde, derken ben de Azad oldum, ama köklerim kaldı eteklerimde.
Şimdi bulunduğum yerde evler var.
Oysa ben yeniden hayat buldum köklerimden. O sağlam kökler, toprağı seven ve beni besleyen, yeni bir gövde kurdular eteklerimden.
(18.07.2004)