Sorun aslında neydi?

Sorun aslında atılan bir tokat değildi, herkesin içinde yaşayıp duran “zamanı gelince basarım tokadı” ukdesinin tezahürü bile sayılmazdı. Herhangi birimizin başına gelebilecek, sorunun bir türlü giderilememesinin değil de, bunun istenmeyen bir durumda ortaya çıkmasının hesapsız taşmasından fazlası bile sayılmazdı. Ortadaki görüntü muhteşem bir yemeğin servisinde yere düşürülen çatal bile değildi. Hatta daha çok yemeğin tam ortasında musallat olan; canlı yayının tam ortasında ortaya çıkıp stüdyodaki teşhir masasından nasiplenmeye çalışan bir karasineğin kovalanması bile sayılmazdı.

Herkesin sözüm ona kınadığı görüntünün esas can alıcı özelliği aslında tam da buydu. Büyük bir beklentinin arifesinde kopan ökçenin, kırılan topuğun bir türlü yapıştırılamaması, sorunun kendisinin değil, beklentiye gelen halelin yansıması, sorun tam da buydu. Çünkü o bir patronlar sofrasının kuytusuydu. Doksandan filelere gönderilecek ortaların, tam gediğine yuvarlanacak topların hemen berisinde ortaya çıkan basit ama zamansız bir aksaklık. Belki arada konuşulacak iki kelam sohbete, belki bir kulis bilgisine, kim bilir belki de masanın başındaki patronun beklentisine engel olmuştu da bu kadar celallenilmişti. Sorun kesinlikle mikrofondaki aksaklığın giderilememesi değildi.

Sorun değil tokat, “ay yeter artık” itelemesinin muhatabı olmak bile değildi. Biz bir millet olarak tokatlanmayı zaten işin adabı olarak bellememiş miydik? Sorun bunun açık seçik bilinir hale gelmesiydi, kırılan bir gururun değil, bunu herkesin görüp konuşur olmasının getirdiği iç sızısının dillendirilmesiydi. Hani çeksen bir kenara da, kimse görmeden düpedüz benzetsen en ufak bir tepkinin gelmeyeceğini bildiğin toplum; sürekli daralan dünyasının bütün hıncını tokat niyetine o iteklemeye yüklemişti. Aynen yayının tam ortasında masaya musallat olan davetsiz bir karasinek; az sonraki sergilenecek pırıl pırıl şovu bulandıran parazit ya da kocaman gülümsenmesi gereken bir fotoğrafın dişe yapışan maydanozdu sorun.

Sorun aslında göçmüş madenden çıkarılan işçinin ayakkabısının sedyeyi kirletmesi endişesiydi. Sorun arabaya atılan tekme, dükkanda fırlatılan tabure, kızının gönlünü bir şekilde kapmış oğlanın sille tokat dövülebilmesiydi. Sorun kudretine güvenip bir restoranın basılması, kabadayılığı delikanlılık sayıp bir kafenin dağıtılması, nasıl olsa karşı koymaz deyip bir kadının doğranmasıydı. Ve sorun buna tepkinin zamanında verilmemesi değildi, şahidin sessiz kalma sinsiliğinin ayan beyan gözler önüne serilmesiydi sorun. Çünkü sorun her dönem rahatça dönüveren kalemlerin standart salvosuydu, gördüğünü yazmak yerine, yazdığını görmeye çalışmanın tutula tutula artık tükenmiş nutkuydu sorun.

Ve muhatabı için sorun sonra başka bir şey oldu; artık bütün bunları benim gibi yakından bilen arkadaşlarının tepkisizliği, “cık cık” ile geçiştirmelerinin ilkesizliği, bir dakikada harcanabilecek kadar değersizliğin apaçık sergilenebilmesiydi sorun. Birkaç “meh, meh”, birkaç “tüh, tüh” ve birkaç “vah, vah” ile son bulacak, ama kim bilir kaç kişide niyet, kim bilir kaç kişide azap, atılması planlanan, en uygun zamanı kurgulanan, yendiği bilinen ve sırf kimse görmedi diye sineye çekilen “şırrakkk” diye patlatmaların günah keçisiydi sorun.

Sorun artık sorunun kendisiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir