“Biliyor musun, senin için de Yahudi diyorlar” dedi karşımdaki meslektaşım. Aslında yılda bir görüştüğüm biri bile değildi, yani onca mesafeden gelip de yirmi dakika sohbet etmek fırsatı bulduğumuzda meslektaşlarımın hakkımdaki kanılarını bana dedikodunun peyi olarak mı sunuyordu, bunu da anlamamıştım. Belki de benden gelecek tepkiye bakıyordu, nasıl tepki verecek? Olsaydım ne olurdu, peki ya olmasaydım ne? Belki kısasa kısas en gizli ve taze dedikoduların bir hışım ağzımdan dökülüvereceğini umuyordu. Belki de çok rahatça deşivereceğini düşündüğü bir milliyetçilik ya da ırkçılık damarım olduğuna inanıyor, bir anda celallenip “kimmiş bunu söyleyen” diye bağırıp fazlasını isteyeceğimi umuyordu. Oysa ben gülümsedim. Çünkü ben aslında Yahudi, Ermeni, Rum, mütedeyyin, kedici ya da travesti, ben zaten ötekiydim; beklediğini bulamadığını anlayınca diyalog uzun sürmedi.
Kısa sohbet ilk defa başıma gelmeyen diyaloglar silsilesinin herhangisi olarak kaldı. Yıllar önce ama farklı biçimde tekrarlamış muhabbetin izdüşümüydü bu; devlete başkaldırmaktan yükümlü bir hastayı kabul ettiğimden beri bilirdim. O zaman da örgüt mensubu olup olmadığım konusunda sicilim didik didik taranmıştı. Devlete yakın olduğunu bildiğiniz, ama asla öyle de görmediğiniz tanıdıklarımdan birinin üzerinden iletilen haberdi. Alt tarafı hastaydı, tabipler konseyi artık yaşaması ümidi kalmadığını rapor ettiğinde, Cumhurbaşkanı üstlenecek birini aramıştı da, herhalde en sorunsuz kabul edecek beni bulduklarında çalmıştı telefon; “sen kabul edersen affı imzalanacak”. Eh, Cumhurbaşkanı’nın talebini geri çevirmek de olmazdı, alıvermiştim; bölücü örgüt mensubiyetim de böylelikle haneme yazılmıştı.
Bir kere öteki olduğunuzda diğer ötekilerin sizi bulması zor olmaz. Kocaman kalabalık bir mekanının içinde bile çok rahat seçersiniz ötekileri. Öyle pek bağırıp çağırmazlar, ama ezik de değillerdir, yanlış gördükleri bir şey varsa susmazlar. Nitekim emniyetti bir sonraki sefer arayan. Bu kez konu bir genetik meselesiydi, bir miktar uygunsuz ürün yakalamışlardı, ama yabancısı oldukları bu konu hakkında, ekranlarda onca konuşan olsa da bilgi verecek kimse bulamamışlardı. Sadece bir mail atmaları yeterli olmuştu, bileti yolladılar, gidip konunun bilimsel faslını anlattığımda bir devlet üniversitesinden tarafsız görüşün öneminden dem vurdular. Eh, bu kez de talepte bulunan savcıydı, gittim konuştum, kanıtı onlar iletti. İş bitip de ürünün gerçekten kusurlu olduğu anlaşıldığında adım dosyaya sadece şahit ya da görüş sahibi olarak geçmemişti. Emniyet ve savcı çoktan tasfiye edilmişti, artık organize suç örgütünün sanık listesinde anılmaya başlamıştım. Durumun öyle olmadığının kırmızı mühürlü kağıdını almam da iki yılımı almıştı.
Velhasıl öteki olmak bildiğiniz gibi değildir. Bir yandan keyifli, ama bir yandan da meşakkatli; bin kere de alsanız bir teselli ikramiyesi bile rastlamayan bilete benzeyen bu durum, sizi yine de büyük ikramiye beklentisinden ırak tutmaz. Öteki olmak, elinizde tuttuğunuz şeye “verecek mi acaba” diye bakan kediyi de andırır. Sadece yaklaşıp gözlerine bakarsınız da, elindekinin yiyecek bir şey olmadığını anladığınızda söylenmeden uzaklaşmayı bilirsiniz. Hatta biraz da Adem ve Havva cahilliği gibidir, yenmemesi gereken meyveyi anlamazdan gelirsiniz; ama durum anlaşıldığında nidanız “Aaaa, yasak mıymış?” olmaz. Nitekim “öteki olmak” sizin sahiplendiğiniz bir konum değildir, başkalarının iltifatıyla kendiliğinden doğduğundan, eh, iltifat da marifete tabi olduğundan, linç edilebileceğiniz olasılığına rağmen kabullenirsiniz.
Ama öteki olmak çıkıntılık yapmak değildir, “delidir ne yapsa yeridir’e” de benzemez. Deli olan, olduğu gibi, “meczuptur” hadi bir tık ileri, öylesine kabul edilir de, öteki olmanın bin bir çeşidi vardır. Sizin haberiniz bile olmadan doğduğunuz memleketiniz; dininiz, diliniz, milliyetiniz, yetmedi fıtratınız, sünnetiniz, mezhebiniz ve hatta kilonuz, tipiniz, cinsiyetiniz, olmadı kediniz, köpeğiniz beraberinizde sınanır.
Öteki olmak kazanılması en kolay meşrebiniz ve reddedilmesi en zor “tarikatiniz” olarak hep baki kalır.