Yazıları buraya sürükleyen gerekçe aslında tahmin ettiğinizin çok ötesinde, verdiğim son savunmaya dayanıyor, bu konuyu zamanı geldiğinde bir dip not olarak da olsa açıklayacağım. Geçen haftalarda verdiğimiz emlak ya da insan boyutundaki yağmacılık sayısız örnekle çoğaltılabilir; muhtemelen siz de kendi muhasebenizi yapmışsınızdır. Bu yazıda yanıt arayacağımız soru ise yağmacılığın insan doğasının kendiliğinden mi gelen, yoksa kazanılmış bir özelliği mi olduğu ki, doğasının bir parçası olduğu görüşü edinilmiş deneyimden kaynaklanıyor.
Yağmacılığın esası “emek vermeden, kısa yoldan, bir koyup üç almak…” gibi kavramlarla özetlenebilir. Bu durum kıyıda balık tutmaya ve o gün şansının yaver gitmesine benzemez. Balık tutmak kısmen beceri, kısmen de şans işidir; iyi bir balıkçı o gün yiyebileceği kadar balığı kısa bir sürede tutabilir. Ama insan doğası balığın bol olduğunu gördüğünde genellikle kovayı doldurmakla kalmaz. Mamafih yiyebileceğinden daha fazlasını tutmak arzusu, bunun için yine de bir emek gerektirir. Mesele balık olduğunda yağmacılık trollemek ya da radarla sürü çevirmek şeklini alır. İster ağla denizin dibini süpürün, ister “kısmet” kavramını hiçe sayarak radarla saptadığınız sürüyü çevirin; balıkçılığın yağmalama şekli de budur.
Gereksinimin değil, sürpriz fırsatın önemi
Dilimizde bir deyim olan “altın yumurtlayan tavuğu kesmek”, yani her gün bir altın yumurta beklemek yerine tavuğu derdest etmek, doğuştan gelen bir insan zaafı olarak görünür. Bu sonuca üç-dört yaşlarındaki bir çocuğun algısından edindiğim çıkarımla vardım. Deneme bir arkadaşımın hediye ettiği parlak folyoya sarılı Ostern yumurtaları üzerinden gelişen bir “hokus – pokus” hikayesidir. Yumurtalardan birini gizlice cebime soktum, yerdeki telden yapılmış tavuğu kullandım, konunun muhatabı küçük kızımdan tavuğun üzerini örtebileceğim bir bez parçası getirmesini istedim. İçi boş tel tavuğu içeriden koşup getirdiği kirli bir gömlekle örterken, cebimden çıkardığım yumurtayı o fark etmeden içine bıraktım. “Hokus pokus!”, aldığım yanıt coşku dolu bir çığlıktı, çünkü tavuğun içinde parlak folyo kaplı çikolata bir yumurta vardı. İlginç olan bunun çikolata olmasıyla ilgilenmedi, “bi’ daha!” diye gösterinin tekrarını istedi. Aynısını yaptım, gömleği ona kaldırttım, coşku ve yanıt benzer oldu: “Bi’ daha!” Tavuğun artık yorulmuş olduğunu söyleyerek konuyu kapattım.
Bu sıra dışı denemenin iki ilginç sonucu oldu: (1) Çocuk bile olsa, ilginin odağı tavuğun altın yumurta verebileceğiydi, içinde çikolata olması ikinci dereceden önemliydi. (2) Deneme daha sonra kendisi tarafından tekrarlandığında tavuk elbette boş kaldı, ama başarısızlığın yorumu tavuk ya da becerisizlik olmadı, başarısızlık gömleğin kirli değil temiz olmasıyla açıklandı (her evde her zaman kirli gömlek bulunmaz). Ez cümle; boş tel tavuktan yaldızlı çikolata yumurta çıkması sıra dışı bir coşkuya neden olsa da daha fazla yumurta arzusuna dönüşür, bu doğuştan gelen bir dürtüdür.
Yağmacılık insan doğasının parçasıdır
Daha fazlasını isteme arzusu günlük yaşamda da seyrek değildir. Doğuştan sahip olunan ebeveynlerin küsmesi olasılığı zayıftır. Yakın dostluklar, “bunca yılın hatırı var” düşüncesine dayanarak yağmaya maruz kalabilir. Emlak, insan seçimi gibi konularda güdülen yağmacılığın diğer ucunda, daha masum “bedava sirke baldan tatlıdır” yaklaşımı yatar. Ücreti ödendi diye yağmalanan “açık büfeler”, mağaza açılışlarındaki indirim nedeniyle çıkan arbedeler, “çok ucuz, nasıl olsa bir işe yarar” diye boşaltılan raflar da yağmacılık örnekleri içinde yer alır. Velhasıl yağmacılık ortalama insanın doğal bir parçasıdır.
Buna karşılık ne kadar yağmalasanız da kolay kolay bitmeyen, ama ısrar edilip tüketilebilirlerse içi boşalmış kişiliklerle sonuçlanan bir başka yağmacılık kavramı daha vardır; bu da bir sonraki yazının konusu olacak.