Biz her ne kadar anlattıklarımızın merkezine beslenme ve sindirim işlevini oturtsak da, meselenin ayrılmaz bir parçası da solunum sistemidir. Doğrusunu isterseniz, solunum sistemi hak ettiği irdelemenin çok azını almış görünüyor. Tıp solunum sistemini neredeyse tamamen “oksijen” alınması üzerine kurgulamıştır. Alınan havanın içerisinde oksijenin küçük bir kısmı oluşturuyor olmasına karşılık, disiplinin gelişimi, solunum işlevini kana oksijen sızması (difüzyon) çerçevesinde irdeler. Oysa mevcut yeni bilgiyle bu biraz değil, layıkıyla eksik görünmektedir.
Sindirim ve solunum sistemini birbirine bağlayan en önemli unsur, aynı merkezi tüpten gelişiyor olmalarıdır. Gelişimin ilk aşamalarında bile sindirim tüpü (endoderm) zaten vardır ve iki ana tüpten (diğeri ileride beyni oluşturacak olan ektoderm, yani dış tabaka tüpü) diğerini oluşturur. Derken gelişimin günlerle ifade edilebilecek çok erken dönemlerinde sindirim tüpünden öne doğru çatal biçiminde bir tomurcuklanma meydana gelir. Bu çatal biçimindeki tomurcuklar da kendi içlerinde çatallanarak 17-18 çatallanmanın sonrasında akciğer (bronş) ağacını oluştururlar. Çatalın ilk oluştuğu yerin ağız tarafında kalan kısmı ise sindirim tüpünden uzunlamasına boğumlanmaya başlar. İşin en ilginç taraflarından biri de aslında budur, yani sindirim tüpü uzunlamasına boğumlanarak iki ayrı tüpe dönüşmüş olur. Önde kalan tüp altta kalan bronş ağacıyla devamlılık halinde kalır ve soluk borusunu (trakea) oluşturur. Arka tüp ise yemek borusuna dönüşür. O nedenle soluk borusunun gelişimi akciğer bronş ağacının gelişiminden ayrı bir durumdur. Arkasında kalan yemek borusundan farklı olarak, soluk borusunun kıkırdak halkaları bulunmaktadır ve bunu gırtlağınızın altını yoklayarak da hissedebilirsiniz.
Akciğerler steril değildir, bakteri kaynağı burun ve genizdir
O halde aynı endoderm borusundan gelişmiş bu farklı iki sistemin birbirine benzer çalışma prensiplerinin bulunması da şaşırtıcı olmamalıdır. Ne var ki tıp o aşamada daha fazla irdeleme gereği görmez. Eksik bırakılıp da bugün yeni anlaşılan (son on, hatta beş yıl) konulardan birisi, solunum sisteminin steril olduğu düşüncesidir, oysa solunum sistemi steril değildir. Burada mikrobiyolojik olarak sıkıntılı olan durum, akciğerlerden alınacak sıvı örneklerinin üst yollardan (ağız, burun ve geniz bölgesi) bulaşma olmaksızın dışarı çıkarılabilmesidir. Nitekim yeni geliştirilen bronkoskoplar buna olanak sağlar ve özellikle burun yoluyla akciğerlere eriştirilen çok ince iç içe geçmiş kanalları sayesinde “bulaştırmadan” örnek alınması olanaklı hale gelir. Sonuç son derece şaşırtıcıdır, “steril” olduğu zannedilen akciğerlerin de kendine özgü bir mikroorganizma örtüsü (floara) bulunmaktadır. Bu örtünün kaynağı üst solunum yollar, yani burun, geniz gibi görünmektedir, ama yoğunlukları çok daha azdır (binde bir düzeyinde).
Akciğerlerin kendine ait bakteri örtüsünün bulunması ister istemez pek çok tartışmayı da beraberinde getirir. İlk soru, bu bakterilerin zararsız oldukları aşikar olduğuna göre ne işe yaradığıdır. Bugünkü bilgiler bu bakteri örtüsünün ayrı bir işlevi olabileceğini göstermemektedir, ama neden olmasın? İşte o aşamada sindirim sisteminin çok tartıştığımız, geçen hafta bile “olmaları zorunlu” olarak bahsettiğimiz bakteri örtüsüyle bir benzerlik kurulması hatalı görünmemektedir. Ne de olsa her iki sistem de aynı iç tabakadan gelişmektedir. Sindirim sistemi vücut için gerekli olan gıdayı alır, ama solunum sistemi de özellikle bunun yakılıp enerji oluşturulmasını sağlayan oksijeni (bilindiği kadarıyla) getirir. Yani doğa tarafından ayrıştırılıp özellikle şekerde saklanmış olan enerji, yeniden oksijenle birleştirilerek karbon dioksite dönüştürülür, bunun oksijen girişini zaten solunum sistemi yapmaktadır. Beri yandan sindirim sisteminin de solunum sisteminin de kendine ait bakteri örtüleri (flora) vardır. Sindirim sistemi florasının “rezervi”, yani eksik kaldığında ya da hava/mevsim koşullarına göre değişmesi gerektiğinde kaynağı yiyecekler ve kör bağırsak olarak adlandırılan çekumdur. O halde solunum sistemi florasının da rezervi olması gereklidir, bu da aynı kör boşlukları oluşturan ve solunum sistemine bağlanan sinüslere dönüşür. En üstte kalan kör cebin (geniz) ve zaman zaman başımızı ağrıtan sinüslerin de (sinüzit durumu) gerçekten kendilerine ait bir florası vardır. Flora değişimi meydana geldiğinde olası sonuç farenjit ya da nezledir (sindirim sisteminde ise ishal olarak görünür) ve yeni flora kurulana kadar hastalık biçimindeki değişim hali sürer.
AVM’ler parlak, ama havası bir o kadar kurak
Benzerlikten yola çıkarak varılan bu işleyiş prensibi mantıklı görünmektedir. Ama alt solunum yolları mikroorganizma örtüsü sıklığının, neden üst solunum yollarının binde biri seviyesinde olduğu gerçeğini açıklamaz (bu olasılıkla trakea ile ilgili ayrı bir irdeleme konusudur). Ama solunan havanın mikroorganizma örtüsünü besleyecek kadar zengin olması gerektiğini pekala destekler. Bizim günlük yaşamımızda barındığımız ya da dolaştığımız yerler filtrelenmiş hava içerdiklerinden öte (ameliyathanelerde filtreleme çok daha hassastır), toprak ve ağaçtan yoksun olduklarından, solunum yolu florası için uygun görünmemektedir. Dolayısıyla AVM’lerden hastalanarak çıkma olasılığının artması da şaşırtıcı değildir. Konunun irdelenmeye değer diğer yanı ise tıbbın bir zamanlar uyguladığı “hava değişimi” yaklaşımı ve Osmanlı’da “buhur” olarak adlandırılan solunum yolu tedavileridir. “Hava değişimi” başlı başına bir tedavi yöntemidir ve mekanizması da olasılıkla “temiz havalı ormanlık bölge” değil, bu bölgenin florasının solunum sistemini desteklemesi prensibine dayanır.