Eski buluşları yeni bir gözle okuyabilmek de mümkündür

Canlı sistemin nasıl çalıştığına dair tartışmamızı sürdürüyoruz, ama işin zorluğuna ilişkin noktaları yeniden hatırlayalım: (1) İnsan yaşamın bir şekilde içine doğmuştur, dolayısıyla içerisinde bulunduğu durumun ayırtına gitmesi ve onun nasıl çalıştığını açıklaması (nasıl var olduğunu idrak etmesi) aslında çok zordur. (2) İnsan doğal süreçlerin açıklamasında kendi yaptığı gereçlerin ve geliştirdiği sistemlerin sınırlılığı içerisindedir, ama sistem aslında o şekilde çalışmıyor olabilir.

Örnekler vererek açıklamaya çalışalım. Bir sistemin nasıl çalıştığını ancak onun girdilerini ya da değişkenlerini etkileyerek anlamaya çalışabilirsiniz; mesela solunum sisteminin nasıl çalıştığını anlamak için oksijen konsantrasyonunu düşürebilirsiniz ya da mekanik işlevi (soluk alıp verme) kısıtlayabilirsiniz. Daha fazla detaya erişebilmek için mevcut hastalık hallerini ve müdahalelerinizin sonuçlarını anlamaya çalışabilirsiniz. Zamanından önce doğan bebeklerde akciğerlerin içini kaplayan sürfaktan adlı maddenin yapımı yeterli değildir, bunu anladığınızda sürfaktanın aslında havadan oksijen geçişi için bir zorunluluk olduğunu görebilirsiniz. Daha iyisi balıklar gibi tamamen başka bir ortamda (bunu da biz öyle varsayarız) yaşayan canlıların solunumlarını anlamaya çalışmaktır. Karşılaştırmalı bir analiz sadece bir sistemin sunabileceğinden çok daha fazlasını verir.

Biyolojiyi açıklamada “aklın tutukluluğu” ciddi engeldir

Ne var ki “kendi yaptığı gereç ya da geliştirdiği sistem mantığıyla düşünmek” çok ciddi bir sorundur. Örneğin hücrelerin dış ortamla olan haberleşmelerinin bir takım moleküller aracılığıyla olduğunu bilirsiniz, lakin iş mekanizmayı açıklamaya geldiğinde “hücre dışındaki molekülün yüzeydeki alıcısıyla kenetlenerek içeri alınması” fikri uzay mekiğinin içine girmeye çalışan astronottan farklı değildir; “önce bir bağlantı kurulur, sonrasında ara bölgeye aktarılır ve nihayetinde içeri alınır”. O nedenle fizyoloji (canlı sistemin genel işleyiş prensipleri) ya da moleküler biyoloji olayları hep bu bakış açısının kısıtlılığı içerisinde tanımlar. Daha başlangıçta bağlı bu kısıtlanmış bakış açısından bir yere çok kolay varılamasa da, beri yandan da bir avantaj sunar. O da şu genellemedir; “insanın bugüne dek yaptığı her şey aslında doğanın taklidi üzerine kuruludur.” Siz de aklınızda analiz edin, denizaltılardan tutun, pompalara kadar her şey aslında canlı sistemden olan çıkarsamalardır. Lakin bu beraberinde şunu da getirebilir, canlı sistemle hiç alakasız geliştirildiği düşünülen bir takım yöntemler de biyolojinin ya da doğanın işleyişine ışık tutabilecek bilgiyi ister istemez derinlerinde bir yerde barındırır.

Fizik biyolojiye yol gösterebilir

Geçen hafta gönderme yaptığımız son mucit Tesla’nın yaşadığı dönem, elektrik üretimi için geliştirilen yöntemler ve varılan belli sonuçlar bunlara örnek teşkil etmektedir. Elektrik akımının en iyi hangi frekansla aktarılabileceği araştırmaları da bunlardan biridir. Tesla içinde yaşadığımız dünyayı “enerji denizi” olarak tanımlar ve ifadesine göre biz de enerji denizine batmış durumda yaşayan canlılarız. O ve çağdaşları bunun ayrıştırılmasında jeneratörler ve yeniden kullanılmasında da indüksiyon motorları geliştirmişlerdir. Üzerinden bir yüz yıldan fazla geçse de çalışma prensipleri açısından aslında ciddi bir farklılık yoktur. “Manyetik alan içerisinde dönen bir bobin elektrik akımı üretir”, bir motor da aslında bunun tam tersini yapar, yani elektrik akımını harekete çevirir. Bunların hiçbiri artık orijinal değildir, ama işin içine “faydalanılabilen frekans” kavramı girince durum bir anda değişir. Zira elektrik üretimini yapmaya çalışanların bir kısmı “deneye yanıla” 133 Hertz frekansının en uygun olduğu sonucuna varmıştır. Deneye yanıla erişilen bu değerler tarih sürecinde de yerini korumuştur, bugün dünya çapında kullanılan frekanslar genellikle 50-60 Hertz bandındadır. Daha özelleşmiş durumlar için frekans yükseltilebilir (genellikle askeri amaçlı uygulamalar), ama genelde değişiklik göstermez. İşte deneye yanıla varılan bu sonuçları (frekansın neden 50-60 arasında kaldığını) anlamaya çalışmak, onu geliştirenlerin düşüncesinden tamamen farklı bir durumdur ve fiziksel dünyanın özellikleri (daha doğrusu zorunlulukları) açısından fazlasıyla aydınlatıcı olabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir