Bilinmeyenin sınırlarının en önemli başlıklarından birini bizim kim olduğumuz oluşturuyor. Daha önce bu konuya kısa da olsa bir göndermede bulunmuştum, ancak bugün vardığım noktayı biraz daha açmak istiyorum. Evrim teorisinin kısıtlı mantığına göre biz diğer bütün canlılarla ortak kökenden gelmekteyiz. Nasıl olduğu bilinmez, milyarlarca yıl önce dünyada organik maddelerden zengin bir ortam oluştu, ardından da canlılık ortaya çıktı. İlk meydana gelen canlı tek bir hücreydi, aradan geçen zamanda hücreler farklılaştılar, görev ayrımına gittiler ve ardından da bizler ortaya çıktık. Tamamı olasılıklar üzerine kurulu olan bu senaryo, benim kişisel bilgi birikimime göre bugünkü dünya koşulları içinde pek olanaklı görülmüyor. Ancak bu senaryo içinde adı tam konulamayan başka bir kavram var ki bu da “canlılık”. Biyolojideki olağanüstü gelişmelere rağmen, canlılık kavramı “yaşayan, ölü olmayan” şeklinde tanımlanmaktadır, yani canlılık tanımı karşıtın (ölüm) olmadığı durumla ilişkilendirilmektedir. Ne var ki bir hücrenin bütün bileşenlerinin ayrıştırılıp, ardından bir araya getirilmesi canlı organizma yaratamamaktadır. Görünen odur ki, evrimsel açıklamaya göre canlılık bir kere oluşmuş, ardından kesintisiz olarak süregelmiştir.
Canlılıkla ilişkili, ancak birebir üst üste oturmayan diğer kavram ise “ruh”tur. Hayatı sadece olasılıklara dayalı evrim penceresinden görenler, ruhun varlığına pek inanmazlar. Onlara göre doğarız, yaşarız ve ölürüz, biz öldükten sonra da geriye pek bir şey kalmaz. Yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz kaybolur gider. Ancak ruhun ne olduğunu biraz daha detaylı sorgulayanlar, ruhun yaşayan bir bedenin en önemli bileşenlerinden biri olduğunu fark eder. Herkesin bildiği, kahve fincanıyla klasik “ruh çağırma” deneyimi yaşayanların büyük bir kısmı, çağrıya cevap olarak bir ruhun gerçekten geldiğini kabul eder. Bu konudaki en son birinci dereceden örneği çok yakın bir arkadaşımdan dinledim, şaka yollu başladıkları ruh çağırma seansının, fincanın üzerinde sadece kendi parmağı olduğunda nasıl gerçeğe dönüştüğünü, bir daha da asla denemeye cesaret edemediğini o günkü dehşetiyle anlattı. Bu deneyimlerden çıkan ortak sonuç, ruh çağırıldığı zaman bir şeyin gelmekte olduğudur. Ancak asıl sorun ruhun gelmesi değil, sorulanları cevaplayabilmesidir. Yani ruh yaşamış olan kişinin hafızasına sahiptir. biyolojik ölüm oluştuktan sonra hafıza kaybolmamaktadır, nerede olduğu bilinmeyen bir şekilde saklanmaktadır. Doğu öğretisinin önemli bir unsuru olan “karma” kavramına göre, ruh sonrasında başka vücutlarda beden bulur. Ruh gerekli olgunluğa eriştiğinde bu gel-gitleri sona erer, yani yükseltilir. Düz biyolojik evrim mantığıyla bakanlar, karma felsefesine de inanmazlar. Ruhun olmadığı bir yaşam formunda, doğal olarak karmanın da bir mantığı yoktur.
Ne var ki kısıtlı “reenkarnasyon” verileri karma inancını desteklemektedir. Bir önceki yaşamını hatırlayan (sahtekarlık olmadığı fazlasıyla sorgulanmıştır), hatta arayıp bulan, benim de birinci ağızdan dinlediğim pek çok örnek vardır. Ne var ki reenkarnasyon sonrası hafıza genellikle silinir, hatırlayanlar ise ilk üç-dört yıl içinde hatırlarlar, daha sonra hatırlamazlar. Benzer şekilde, yaşamın ilk yıllarında yaşananlar da erişkinliğe ulaşıldığında asla hatırlanmaz. İlk beş yaşa kadar olan sürecin tamamen unutulması Freud tarafından “bebeklik amnezisi” (unutkanlığı) olarak adlandırılır.
Şimdi yukarıda anlattıklarımı toplayalım ve çıkarımlara varmaya çalışalım. Canlılık bir şekilde ortaya çıkmış olsa bile, ruh canlılıktan farklıdır. Görülen o ki, ruh canlı bir bedende “konuk” olarak bulunmaktadır. Bedenin yaşam süresi dolduğunda (belki dolmadan bile), ruh bu mekandan ayrılır, başka bir aleme döner. Ne var ki yaşamdayken sahip olunan bilgiler, diğer alemde unutulmaz, dünyadan birtakım meraklı densizlerin sorularına yanıt verebilecek kadar detaylı bilgi bir yerlerde saklanmaktadır. Reenkarnasyon gerçekleşirse bu bilgi nadiren kısa bir süreliğine de olsa hatırlanabilir.
Okumaktan hala sıkılmadıysanız ya da saçmaladığımı düşünmüyorsanız, yanıtı verilemeyen çok sayıda soru da bulunmaktadır. Karma inancı aslında sadece insanları değil, hayvanları da kapsamaktadır, ancak bugüne dek böyle bir deneyim yaşamış olduğunu hatırlayan bir örnek okumadım. Böyle bir şeye işaret edebilecek tek bulgu, bazı kişilerin bazı hayvanlardan (kedi, fare vb.) nedensiz korkmalarıdır. Gerçekten de bu tarz fobilerin bir kısmının geçmişinde söz konusu hayvanla yaşanmış hiçbir kötü deneyim (hafıza) bulunmamaktadır. Reenkarnasyon hayvanları da kapsıyorsa, onlara ilişkin hafıza ya da gözlemin saklanıp saklanmadığı konusunda da örnek bulunmamaktadır. Ama eğer öyleyse, o halde her an izlendiğimizi varsaymak da yanlış olmayacak, gözlemci kediler, tanık köpekler, “haber uçuran” kuşlar.
Yukarıdaki düşünceleri aklına güvendiğim pek çok arkadaşımla paylaştım, söz konusu veriler eşliğinde düşündüğünüzde herhangi bir mantık hatası yok. Ruhun canlı bir varlığa konuk oluşunun ve bu yaşamdan edinilen deneyimi başka bir tarafa aktarmasının (depolamasının) gerekçesinin ya da sonucunun ne olduğunu da bilmiyoruz. Neden bu dünya deneyimi başka bir “server”a yükleniyor, neden dünyadan sürekli bilgi “emiliyor”? Neden bu gel-gitleri yaşıyoruz, bu yaşamı sürdürmenin amacı ne? Eğer bize verilmiş görevler varsa, bunları nasıl bileceğiz? Belki de çok daha basit bir cevap, hayatta gerçekleştirmek istediğimiz amaçlarımıza ulaşmak için koşulsuz çalışmak zorundayız. Sadece yaşayıp gitmek yetmiyor, sancak bir kesitine kani olabildiğim ilahi mekanizmanın çalışabilmesi için “yaşayıp gitmekten fazlasını” yapmak zorundayız.