Singapur Türkiye için kalkınma modeli olur mu?

Geçtiğimiz günlerde Asya’nın en önemli finans, yatırım ve ticaret merkezlerinden Singapur’u yerinde inceleme şansımız oldu. Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği’nin girişimiyle gerçekleştirilen etkinliğin temel amacı yabancı yatırımın bir ülkede yaratabileceği değişiklikleri yerinde görmekti. Önce benim gibi kısıtlı bilgi sahibi olanlar için açıklayayım, Singapur toplam yüzölçümü 697,1 kilometrekare olan küçük bir adalar devleti. Yüzölçümü kabaca 40 kilometreye 20 kilometrelik bir alandan da küçük, başka bir deyişle İstanbul’un sadece bir semti kadar. Toplam 4.5 milyon nüfus bulunmakta, etnik dağılım açısından ise karma bir ülke. En büyük bölüm Çinlilerden oluşuyor, nüfusun yüzde 76.2 Çinli, bunu yüzde 13.2 ile Malaylar ve yüzde 8.3 ile Hintliler takip ediyor. Dolayısıyla nüfusun önemli bir bölümü Budistlerden oluşuyor.

Singapur bu kadar küçük bir ada devleti olmasına karşılık çok stratejik bir konuma sahip. Güneydoğu Asya ülkeleri arasındaki konumu onu ulaşım, ticaret ve kültür merkezi yapıyor. Dört buçuk milyon kişinin yaşadığı bir yerde üç yüzün üzerinde çok büyük alışveriş merkezi var, bu kadar yoğun perakende ticaret hacmi tahmin edebileceğiniz gibi yerel nüfus tarafından karşılanmıyor. Japonlardan Araplara kadar yılda tam 25 milyon turist ülkeyi ziyaret ediyor. Singapur Güneydoğu Asya’ya uçan havayolları için de önemli bir bağlantı noktası, yılda 9 milyon kişi Singapur’u aktarma noktası olarak kullanıyor. Ülkenin limanları ticari gemilerin uğrak noktası, rehberimizin bize aktardığı bilgiye göre bir ticari gemiyi üç dakika içinde boşaltacak ya da yükleyecek işlem becerisine sahipler.

Bu küçük ada İngiliz valisi Sir Stanford Ruffles tarafından 1819’da keşfedilmiş, bulunduğu yıllardaki yegane nüfus yüz civarında balıkçı imiş. Adanın bölge coğrafyasındaki öneminin anlaşılmasının ardından bir İngiliz kolonisine dönüştürülmüş ve bölgenin ticari yaşamının yükselen yıldızı olmuş. İngilizlerin yönlendirmesi altında “Çinliler kahya, Malaylar ise işçi” rolünü üstlenmişler. İkinci Dünya Savaşı’ndaki üç yıllık Japon işgali dışında adanın istikrarlı büyümesi sürmüş. 1965’ten sonra ise bağımsızlığını ilan etmiş. O zamandan bu zaman cumhuriyetle ve tek parti iktidarıyla yönetilmekte. Dünyanın başka ülkeleri için dezavantaj olabilecek bu yönetim biçimi, Singapur için istikrar ve planlı büyümenin itkisi olmuş. Coğrafi konumlarını çokuluslu şirketlere sundukları olanaklar sayesinde üretim ve ticaret merkezine dönüşerek ekonomik olarak da pekiştirmişler. Yegane sorun olan toprak eksiğini ülkeyi gökdelenlerle göğe çıkararak çözmüşler. Su kaynaklarının kısıtlı olmasına karşılık Malezya’dan boru hatlarıyla atık su alıyorlar, arıtıp kullanıyorlar, hatta kendi ihtiyaç fazlasını kullanma suyu olarak geri satıyorlar. Şehir son derece planlı büyüyor, bina değil bölge bölge bina komplekslerini topyekûn inşa ediliyor. Toprak eksiklerini denizi doldurarak çözüyorlar. Bölgenin en büyük limanına sahip olmalarına karşılık yeni limanların yapımı sürüyor. Ülkenin bütününü kuşatan metro ağına sahipler.

Bütün bu gelişmenin kuşkusuz mantıklı açıklamaları var. Hükümet ticaret için gerekli ortamı kurmuş, şeffaf bir düzenleme sunmuş ve yüksek güvenilirlik sağlamış, bu düzenin sürdürülmesi için de çok büyük çaba gösteriyor. Mali avantajlar endüstrinin sürdürülebilirliğini destekliyor. Bölgeye yatırım yapacakları vergi veya diğer ekonomik avantajlarla değil, nitelikli işgücü yetiştirilmesi gibi diğer unsurlarla da destekliyorlar. Bölgede yatırım yapmış olan şirketler uzun vadede genel politikalarda bir değişiklik yapılmayacağını biliyor. Zira dünyaya üretim yapabilmek için ülkenin genel istikrarının da korunması gerekiyor, örneğin enerjinin kesintisiz sağlanacağını bilmek önemli. Öte yandan görüşmelerimiz sırasında “Singapur’a neden yatırım yaptınız?” sorusuna verilen değişmez yanıt “fikri mülkiyet haklarının korunması konusunda gösterilen duyarlılık oldu. Fikri mülkiyet hakları o kadar önemli ki, daha ucuz maliyetli üretim yerleri yerine buranın seçilmesinin kesin gerekçesini oluşturuyor. Sadece ilaç konusunda değil, profesyonellerin eğitiminde bile fikri mülkiyet haklarının korunmasının ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor.

Singapur kısacası bugün için Asya’nın en önemli üretim ve ticaret merkezlerinden biri. Ne var ki bunca zenginliğe rağmen gözlerini katma değerin en yüksek olduğu alan, aştırma ve geliştirme faaliyetlerine çevirmişler. Bu amaçla ciddi bir planlamaya gitmişler. Örneğin önümüzdeki 5 yıl içerisinde Ar-Ge’ye toplam 14 milyar dolar tutarında bir bütçe ayrılmış, kamu araştırmalarına ayrılan bu fon A*Star adı verilen biyomedikal araştırma grubu tarafından yönlendirilmekte. “Biopolis” bir tıbbi araştırmalar üssü olarak planlanmış, Ar-Ge çalışmaları buraya yönlendirilmekte. Kök hücre alanında çalışmalar yapılmakta. Genom Enstitüsü genetik araştırmalara odaklanmakta, Moleküler Biyoloji ve Hücre Biyolojisi Enstitüsü ise gereken iş gücünü yaratmakta ve bilimsel araştırmalar yapmakta. Bu yapılanmanın standart dışında kalan ilginç bir özelliği var, tıp ve biyoloji alanındaki kurumların hemen hemen bütünü Ticaret Bakanlığı’nın altında faaliyet göstermekteler. Bu kuruluşların bazılarının esas görevi ticarete dönüştürülebilir bilimsel çıktı üretmek ve bölgeye gelen uluslararası şirketlere pazarlama açısından destek vermek. Singapur kısacası bu özellikleri ile İrlanda modelinin Asya versiyonunu oluşturuyor, bizim için taşıdığı değere gelecek hafta değineceğiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir