İnsanın Tanrı’ya gösterdiği düzenli sadakat ifadesine “ibadet” adının verildiği şeklindeki son cümleden devam edelim. Kutsal kitaplar da ibadetin düzenli olarak yapılmasını önerirler, ama bunun nerede ve ne koşullarda yapılması gerektiği konusunda kesin bir öneride bulunmazlar. Buna karşılık iş pratik uygulamaya gelince, dinin yaşanış biçimi fıkıh başlığı altında ele alınır. Fıkıh, bir şeyi incelikleri ve her türlü özelliği ile bilmek, idrak etmek veya kavramak demektir. Örneğin namazı nasıl kılacağımız, nelere dikkat edeceğimiz, namaz kılarken ne yapmamız veya yapmamamız gerektiği gibi detaylar fıkıh ilmi ile öğretilir.
Fıkhın temel kaynağı ise o dinin önderinin uygulamalarıdır. Bu noktada doğrudan hatırlanması gereken Hz. Muhammed (SAV) Efendimizin “ikilemde kalırsanız esas olan ben değil, Kuran’dır” sözü göz ardı edilir. Bir dini elbette elçisi olan en iyi bilecektir. Ama mesele bir ilim dalına dönüştüğünde kendi usullerini benimsetmeye çalışması şaşırtıcı olmaz.
Kutsal kitap ve fıkıh ikilemi
Sorun bu ayrımın dinin mensupları tarafından nasıl algılandığı ve yorumlandığıdır. Kısa bir taksi yolculuğunda yaşadığımız örneği aktaralım. Kıyafet olarak da inancını açıkça ifade eden şoför arkadaşımızın anlattığı bir mesel için, “bu hangi kitapta yazıyor, ben atlamışım herhalde” deyince cevap “sahabenin aktardıkları ve fıkıh varken Kuran da nedir?” olmuştur. İnanç ve din kişinin kendine özeldir, uygulamasını inandığı biçimde yapabilir, ama ortada hiç tahrifat görmediği kabul edilen esas kitap varsa, bu yaklaşım biraz ironiktir.
Nitekim çalışma arkadaşlarımdan biri ile ana tartışmamız (o dili bilmeseniz bile) “Kuran’ın Arapçasının okunmasının sevap olduğu” düşüncesidir. Çok sevdiğim bu kişi, konuyu “Arapçanın yasaklanması ne kadar kötü oldu, dinimizden koptuk” aşamasına getirirken, kendisi de Arapça bilmemektedir. Tartışma Dil Devrimi ile yazı biçiminin Arap alfabesinden Latin alfabesine geçtiği, Arapça öğrenmenin yasaklanmadığı, hele hele o dönemin yüksek Arapçasının bugün ne kadar doğru tefsir edilebileceğinin İslam alimleri tarafından bile tartışıldığı aşamasına hiç erişemedi.
Düşünce ve inanç özgürlüğünün sınırı meselesi
Üstelik bu anlattığımız konular elbette bütün semavi dinlerin ilgisi kapsamındadır; olmasında, tartışılmasında da hiçbir sakınca yoktur. Herkes inancını kendi bildiği gibi yaşamakta hürdür, istediği ibadeti istediği biçimde yapabilir, inancının gerekliliklerini kılık kıyafetine de yansıtabilir. O halde sorun dini öğretiler ya da bunların fıkıhla ilişkisinde değildir; sorun doğrudan insanlardadır. Bu durum inançsız olanlarda da aynı biçimde tezahür eder; inancın gerekliliklerinin karşıdaki bireyler için ne kadar bağlayıcı olabileceği aşamasında ortaya çıkar.
Oysa kişinin düşünme ve inanç özgürlüğü laiklikte de esastır, sorun bu özgürlüklerin sınırının nerede olması gerektiğidir?
Not: Kavramlar Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden yapılan okumalara dayanmaktadır.