Dünya tarihinin şekillenmesinde iki ana faktör etkili olmuş görünmektedir. Bunlardan birincisi, neredeyse tarihin bütününü oluşturan savaşlardır. Eski çağların genişlemek, hakimiyet kurmak, vergiye ya da haraca bağlamak gibi fetih merkezli savaşlarının aksine, günümüz savaşları genellikle birbirine rakip görünen devletlerin işbirliği yaptıkları planlı eylemler izlenimini verir, daha çok ülkelerin gereksinimlerinin karşılanması amacıyla bilerek başlatılır. Nitekim çok yakın zaman savaşlarına baktığımızda da durum değişmez, dünya düzeni rota o tarafa çizildiğinden enerji kaynaklarına ihtiyaç duyar. Bu kaynakların bir kısmı zaten egemenlerin hakimiyetindedir; ama çok önemli diğer kısmı aslında uzak coğrafyalarda yer aldığından, ister demokrasi ihracatı, ister tehdidin ortadan kaldırılması, vakitlice üzerine çökmek gereksinimini doğurur. Küresel ya da bölgesel, ama illaki kontrolü elinde tutan güç olmak hayali tarihin olağan gelgitlerindendir, nitekim karşılıksız kalmaz. “Ben yapmasaydım başkası yapacaktı” mazereti çok sık tekrarlanır.
Lüksün ihtiyaç olarak benimsetilmesi
Dünya tarihini şekillendiren ikinci kavram ise aslında yine insan kadar eski olan, ama nispeten çok daha yakın zamanda etkisini şiddetlendiren ticarettir. Aynen savaş gibi ticaret de çok az durumda gereksinimden ortaya çıkar. Ortalama yaşayan bir insanın ihtiyaçları bellidir, genellikle yerel kaynaklar ihtiyacı karşılamak için yeterlidir, çünkü o insan topluluğu zaten ihtiyaçlar karşılanabildiği için orayı yerleşim bölgesi olarak seçmiştir. Ama fazladan ortaya çıkan zenginlik varsa bu ticarete zemin hazırlar. Buradaki esas tılsım, asgarinin ötesinin “gereksinim olarak” benimsetilebilmesidir, çünkü asgarinin ötesinin “değerli” sayılabilmesi için insanların ona anlam yüklemeleri gerekir. Kavramı bir evlilik yüzüğüyle örneklemeye çalışalım, yüzük evli olunduğunun simgesidir, bunun altına dönüşmesi simge özelliğini değiştirmez, belki kararma sorununu ortadan kaldırır. Ama düşünce sistemi bunu pırlantayla bezenmiş biçime dönüştürdüğünde artık simge statüyü de kapsar hale gelir. Bunun birkaç adım ötesi; tek taş, üç taş ya da beş taş, ekonomik güç ve ergonomiyle sınırlıdır. Yüzük algıdaki dönüşümünü “pırlanta her kadının hakkı” biçiminde tamamlar.
Gemi sahibi olmanın dayanılmaz çekiciliği
Günümüz savaşlarının ortaya çıkması nasıl gerçek gereksinimden kaynaklanmazsa, ticari faaliyetin büyük kısmı da gerçek gereksinimlerin karşılanmasını amaçlamaz. Savaş meşruluk kazanmak için daha çok demokrasi ya da tehdidi kullanır, oysa ticaret zaten meşrudur, o nedenle savaş için kurulması gereken senaryodan çok daha karmaşık bir örüntü zorunludur. Antik ticaret yollarının temel kalemleri ipek, un, yağ, baharat ve tuzdur; modern ticaret ağları ise gereksinim olmayanları temel alır, bu durumda kot pantolon, spor ayakkabı, kullanılamayacak kadar abartılı işlevlere sahip elektronik gereçler ilk akla gelenler olacaktır. Ulaşımda en ekonomik seçenek olan treni bir yere koyarsanız kara taşımacılığının pahalı ve kontrolü bir o kadar da kolay olacağı açıktır. Oysa deniz taşımacılığı önden yapılmış olması gereken asfalt yollara ya da demir raylara ihtiyaç duymaz. Karadan bir araçla (en fazla bir TIR) sevk edilebileceğinizin kat be kat fazlası sadece geminin enini ve boyunu birkaç metre büyüterek karşılanabilir. Üstelik bu taşımacılık biçiminde yükün ne olduğu taşıyanı bağlamaz, onun görevi konteyner adı verilen kutuları nakletmektir, kutuların muhteviyatı beyana bağlıdır; sahil güvenlik ya da hudut koruma bir şey talep etmediği sürece kargonun yerine varması sadece zamana bağlıdır.
Uçak ineceği piste, kamyon gideceği yola tabidir. Bu nedenle esas kapsamlı ticaret deniz taşımacılığıyla başlar, bir gemi sahibi olmanın günümüzde de çok ayrıcalıklı bir yeri olması şaşırtıcı değildir.