Geçen hafta size küresel ısınmanın sonuçlarından genel hatlarıyla bahsetmiştim. Konunun içerisinde bulunduğumuz günlerin gündemiyle uyumlu olmadığını düşünmeyin, uyumlu, hem de fazlasıyla uyumlu. Bizim PKK ile mücadelemizin temelini yaşadığımız toprakların bütünlüğü ve bu topraklarda yaşayan vatandaşlarımızın güvenliği oluşturuyor. Ancak kuraklıkla ilgili verilere baktığınızda, üzerinde yaşadığımız ülke zaten çok uzun süreli ve ciddi bir “yaşanamazlık” tehdidi altında. Geçen hafta Türkiye Yeşilleri, Heinrich Böll Stiftung Derneği ve çeşitli çevre kuruluşlarının katılımıyla gerçekleştirilen Kuraklık Sempozyumu işte tam bu “yaşanamazlık” senaryosu üzerine odaklandı. Geleceğimizi topyekun tehdit altına alan bu sorun, ancak bugünden politikalar ve önlemler geliştirilmesi durumunda tehlike olmaktan çıkarılabilecek. Neden?
Kuraklık su arz ve talebindeki dengesizlikten ortaya çıkıyor, bu tanım çerçevesinde baktığınızda kuraklık sadece küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliğiyle ilişkili değil, su kaynaklarının hatalı kullanılması ve suyun israf edilmesiyle de yakından ilişkili. Bazı rakamlar vererek açmaya çalışayım. Dünyadaki su kullanımının yüzde 70’i tarım, yüzde 22’si endüstri ve yüzde 8’i ev tüketimi nedeniyle gerçekleşmekte. Yılda 7000 kilometre küp su sadece meyve üretiminde kullanılıyor, bu Nil’in yıllık debisinin yaklaşık 90 katı. Bir kilogram patates 500 litre, buğday 900 litre su gerektirmekte. Bir kilogram tavuk eti 3500 litre, sığır eti ise 15.000 litre suya mal olmakta. 2008’de 3.3 milyar kişi kentlerde otururken, 2030’da bu rakamın 4.9 milyara çıkacağı hesaplanmakta. Dünyadaki tüm suyun yüzde 2.5’i kullanılabilir “fresh water”, bunun da yüzde 30’u ulaşılabilir kullanım suyundan oluşuyor. Kuraklık senaryosunu bu verilerin bir kenarına oturtmasanız bile ciddi bir gıda krizi çıkması beklenmekte. Akdeniz coğrafyası bu işten en fazla etkilenecek bölgelerin başında geliyor.
Dünyadaki suyun büyük kısmı yağmur tarafından, yüzde 22’si sulama sisteminden karşılanıyor. Nüfusun yüzde 40’ı su kaynaklarının yakınında yaşıyor. Dünya Bankası’nın geçtiğimiz hafta yayınladığı rapora göre ise su kaynaklarının yarısı “aşırı” kullanılıyor. Dahası yakın zamanda tarım üretimi 2 katına çıktı, 2020 yılına kadar gıda tüketiminin iki kat daha artması bekleniyor. Sadece yukarıda anlattığım tarım-su ilişkisi bile dünyadaki su kaynaklarının geleceği konusunda alarm vermekte. Dünya Ticaret Örgütü su kaynaklarının özelleştirilmesi gibi “cin” bir fikirle ortaya çıksa da, kaynakların özelleştirilmesi konusundaki bugüne kadar olan örnekler çözüm değil, adaletsizlik ve sorun yaratmış.
Ne var ki beri yandan bakıldığınızda kuraklık Türkiye’de afetler kapsamında yer almıyor. Yağan yağmur miktarının ölçümü Tarım Bakanlığı, akan su Devlet Su İşleri, yağan kar miktarı ise Elektrik İdaresi tarafından saptanıyor ve değerlendiriliyor. Ülkemizdeki “koordinasyon becerisinin” ortalama olarak ne olduğunu bilen herkes, su kullanımıyla ilgili bir kaos olduğunu rahatlıkla tahmin edebilir. Bu kaos özellikle sulama yaklaşımında kendini gösteriyor. Oysa ülkemizdeki bütün akarsuların bütününün debisi Tuna’nın sağladığı suyun yarısı kadar. Modern sulama tekniklerinin yaygın olmaması, suyun aşırı tüketimi, su havzalarının kurutulması ve dahası toprağın verimini yitirmesine neden oluyor. Örneğin Sivil Toplum Geliştirme Koordinatörü Sunay Demircan’ın verdiği bilgilere göre Mezopotamya uygarlıklarının birden ortadan kalkmasının ana nedeni toprağın tuzlanmasıyla verimini yitirmesi, yani yok olması. Demircan, Türkiye’nin su politikalarını korkular ve kompleksler üzerine oturtuyor. Oysa su politikasının oluşturulması her türlü bileşeninin hesaba katılması anlamına geliyor. Sınır aşan suların korunması, bunların çevresel etkilerinin gözetilmesi ve bilgiye erişim hakkı bu bileşenlerden sadece birkaçı. Üstelik bu anlaşma kapsamında bilgi talep edilebilmekte, karşılanmaması durumunda dava açabilmekte.
Peki su bilançosunun korunmasında gündelik çözümler dışında ne yapıyoruz? İstanbul’a yağış olmadığında Melen Projesi kapsamında boru döşeyip suyu aktarmaya çalışıyoruz. Bu borunun döşenmesi metropolün sorununu bir süreliğine çözse bile, ekolojik etkilerinden ötürü Trakya Bölgesi’nin dengesini altüst ediyor. Su havzası olan, yani suyun doğal yollarla biriktirilmesi için zemin oluşturan Sultanbeyli’yi kaçak yapılaşmaya göz yumup feda ediyoruz, yağmur yağsa bile su kanalizasyonla denize akıyor.
Küresel ısınmayı kısa sürede ortadan kaldıramayacağımıza göre, bunun engellenmesi, ama daha önemlisi etkilerinin azaltılmasına yönelik hızlı kararlar almamız gerekiyor. Bu girişimlerin samimi olduğunu anlatabilmemizin başlangıcı da Kyoto sözleşmesini imzalamak olabilir (Dünyadaki karbon emisyonunun en önemli nedeni olan ABD bu sözleşmeyi imzalamasa bile eyaletler bazında uyuma yönelik kararları çoktandır çıkarmakta). Isınma ve kuraklıktan en çok etkilenecek bölge olarak tarım politikalarından, su politikalarına ve elbette tüketim alışkanlıklarına varana dek detaylı, seçenekli ve uzun vadeli eylem planları kurgulamamız gerekiyor. Taşıma suyla değirmeni döndürmek mümkün değil, ama değirmeni suyun yanına taşımak ya da daha iyisi rüzgar gücüyle çalışacak bir değirmen planlamak en doğru yaklaşım.
Sadece kuraklık değil, içinde yaşadığımız dünyanın bütün sorunları (buna PKK da dahildir), akla ve bilime dayanan alternatif çözümler üretmemiz gerektiğini artık açık seçik bağırıyor. Lütfen önceliklerimizi “olmazsa olmaz” ilkelerimizden bir adım daha ileriye taşıyalım. Çocuklarımıza emanet edeceğimiz “geleceğin dünyası” sadece ilkelerle değil, daha çok “gerçekler” çerçevesinde şekilleniyor.