Londra ve şeker; olağan şüpheliler, şirketler ve endişeler

Bu hafta, Uluslararası Şeker Organizasyonu’nun (ISO) 25. (gümüş) yıldönümü toplantısından söz edeceğiz. Bizim şeker endüstrisiyle tanışmamız bundan beş yıl öncesine dayanır. “Hastalıklar artmaktadır, Pubmed olarak adlandırılan “bilimsel veri tabanı” şekerin hastalıklarla ilişkili olabileceğine dair çalışmalar sunmaktadır. Sanılanın aksine bunlar iyi planlanmış ve meşakkatli bilimsel araştırmalardır. “Her şeyin aynı kaldığı” varsayımı içerisinde şeker de bu nedenle “olağan şüpheliler” konumuna pek güzel yakışır.”

Derken biraz kurcalandığında, şeker biyoloji konusunda sıra dışı bir açıklama sunar: “Öyle ya da böyle, enerji ya da işlev açısından vücuda doğru miktarda mutlaka gereklidir”, ama daha fazlası vardır. Zira hastalıkların arttığı aradan geçen son yirmi yılda, şekerin kullanımı ciddi artsa da, aslında gıda alanında her şey farklıdır. Dolayısıyla şekerin durumu tamamen tartışılır hale gelir; “fail mi, işbirlikçi mi, yoksa masum mu” olduğu artık bilinememektedir. Ama daha kötüsü, adı bütün dünyada kötüye çıkan bu ürünün gerçek konumu artık kolay kolay tartışılamaz. Konunun anlaşılmasının olası tek yolu bütün değişkenlerin (tepsideki hamburger köftesi, ekmeği, sosu, kızarmış patatesi vb.) birlikte irdelenmesidir. Bu son derece zahmetli, beri yandan layıkıyla öğretici bir süreçtir. Oysa kafalar bir kere karışmıştır.

Şekerciler çaya kahveye şeker koymuyorsa açıklaması nedir?

Bugün geldiğimiz noktada, yani ISO’nun 25. (gümüş) yıldönümü toplantısı da “sabah kahveye ya da çaya şeker atanlar el kaldırsın” sorusuyla başladı. Şeker üreticilerinin yarısı “çaya ya da kahveye şeker koymuyorum” dedi, organizasyon başkanı da bunun “utanç verici” olduğunu söyledi, samimi olduğuna inanıyorum.

Ama toplantının devamında da “şeker ve sağlık” konusundaki ikilemler geri kalmadı. Bu ikilemlerin ne bilimsel ne de sosyal bir karşılığı bulunmamakta. Nitekim çaya ya da kahveye şeker koyup koymamak, tamamen kişisel bir tercih, zira şeker çayın ya da kahvenin tadını örtüyor. Diğer aklınıza gelebilecek bütün diyet ya da sağlık önerileri, bunların hiçbiri şekerin konumunu tek başına ölçemiyor, sorun da burada. “Şekeri bıraktım kilo verdim” diyenler, aslında bunu ya protein ağırlıklı bir diyetin bileşeni olarak uyguluyorlar ya da gerçekten olmaması gereken miktarda şeker tüketimini sonlandırıyorlar. “Hamburger tepsisinde her şey değişmiş” derken kastımız bu; “bütün değişkenlerin değiştiği ortamda tek bir değişkenin payının hesaplanması mümkün değildir”.

Peki o zaman sorun nedir? Şeker üreticileri yaptıkları işten neden bu kadar derin endişe duyarlar? Aslında cevap basit, milyonlarca ton ürettikleri şekerin, iş sağlık olduğunda nereye konumlanacağını göremiyorlar. Bir yanda Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) “şekeri azaltmak gerekir” açıklamaları var, tamamen yanlış değilse bile, bu yeni bir “olağan şüpheli” oluşturma kolaycılığı, en az yirmi yıl gider. Sonunu biz görmeyiz de, gençlerin görebileceği bile tartışmalı, millet bu kolaycılıkla ya şekere boğulur, ya evdeki tatlıdan da olur.

Şeker ve sağlık ilişkisi aslında hala bilinmiyor

Başa dönelim, beş yıl önce, özellikle şeker endüstrisiyle ilk tanışmamızdaki izlenim “karanlık adamlar sağlığımızla oynuyorlar” şeklindeydi. Aradan geçen zamanda şunları yaşayarak öğrendik:

  • Aaa, bunlar karanlık kötü adamlar değillermiş …
  • Aaa, bayağı birikimliymişler, endüstri bunları kandırmış…
  • Eee, her şey değişmiş, peki şekeri nereye koyacağız?
  • Ooo, aslında şekerciler de durumdan bihaber, esas sorun bambaşka… (yani toplantının başlangıç sorusuna dönüyoruz)

O halde cevaplamanız gereken yeni soru şu: Şeker ve sağlık ilişkisinin mantığını uğraşıp anlatalım mı, yoksa tartışma kendi kısır döngüsünde sonsuza kadar devam mı etsin?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir